Mehmet Rıza Özacar, Kale Gündem - Haberler - Son Dakika Haberleri - Malatya Kale İlçesi sitesinin yazarı
DOLAR

34,9657$% 0.05

EURO

36,7201% -0.02

STERLİN

44,2318£% 0.27

GRAM ALTIN

2.988,66%0,46

ÇEYREK ALTIN

4.842,00%-0,64

BİTCOİN

3658334฿%2.32689

İmsak Vakti a 02:00
Malatya HAFİF KAR YAĞIŞLI -2°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Mehmet Rıza Özacar

Mehmet Rıza Özacar

16 Temmuz 2024 Salı

    Korktum

    Korktum
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kale Gündem – Sekiz yıl boyunca yüzlerce hastaya hemşirelik yapan bir hemşirenin hastalarına neden pişmansın? Sorusuna verdikleri cevaplar içerisinde en ibret verici olan “Korktum” açık ara ile birinci sırayı alması şaşırtıcı ve hayret vericiydi.

    Bazı sorular

    Ya sen? Korktun mu? Pişman mısın?

    En çok neden pişmansın? Sualine verilen farklı farklı cevaplar:

    Evet, X ile evlendiğime pişmanım, ret edemedim çünkü korktum.

    Öğretmenime “Hayır” diyemediğim için pişmanım çünkü korktum.

    Cevap vermeliyim aslında ama veremedim çünkü korktum.

    Elim kolum bağlandı sanki bir şey yapamadım çünkü korktum.

    Yok diyemedim, hayır diyemedim çünkü korktum.

    İçimi dökemedim, ya bir şey derse, aileme ve yakınlarına zarar verirse diye korktum.

    Eşim ile olan evliliğime, “Hayır diyemedim” çünkü korktum.

    Eşim beni şu … fiile zorlarken hata yaptığımı biliyordum ancak, “Yok, asla yapmam” diyemedim çünkü korktum. 

    Hep şiddet gördüm, keşke dik durabilseydim ama duramadım ancak pişmanım. Aslında durmak istedim lakin cesaret edemedim, çocuklarım vardı o sebepten korktum.

    Yengem bana hep eziyet etti, söylemek istedim abime ama söyleyemedim çünkü korktum.

    Anne babamı, “Senden bir şey çıkmaz” dedikleri zaman karşı çıkamadığıma pişmanım. Aslında söylemek istedim ancak korktum.

    Değersiz görüldükçe kendimi değersiz hissettim. Bana karşı çıkan insanları soruşturmadığım ve sorgulayamadığım için pişmanım ama yapamazdım çünkü korktum, ya beni beğenen çıkmazsa? Dedim hep. Bir ara rest çekecektim ancak korktum. Evde kalmaktan korktum, anne babama yük olmaktan, yengelerimin laflarını işitmekten korktum. Onlardan korktuğum için pişmanım, dinlememeliydim onları. Dik durmayı denedim, denemek istedim ama olmadı bir türlü çünkü korktum.

    Eşim haksız olmasına rağmen hakkımı savunamadım, aslında “sen haksızsın” diyebilirdim ama diyemedim çünkü korktum. Beni terk eder diye korktum. Çevremin yüzüne nasıl bakarım dedim korktum, pişmanım yapamadıklarımdan dolayı, keşke yapsaydım diyemiyorum çünkü o gün korktum.

    Bana, “Seni seviyorum” dediği gün aslında tam inanmamıştım, şüphelerim vardı lakin fazla sorgulayamadım çünkü kaybetmekten korktum. Bir başıma kalmaktan korktum.

    Haksızlığını ve zulmünü gördüğüm halde cesaret gösterip “Sen haksızsın, sen zalimsin, bu bir zulümdür” demeyi çok denedim ama diyemedim çünkü korktum.

    Yaşamak istediğim hayatı yaşayamadım. Aslında denedim ama devamını getiremedim çünkü korktum.

    O zalimin bunları yapmasına izin vermemeliydim. Ama vermek durumunda kaldım. Bugün ise o izni verdiğim için pişmanım. Yüzüne karşı haykırmalıydım ama olmadı, olamadı çünkü korktum.

    Kendimi ona teslim ettiğime pişmanın çünkü başka çarem yoktu, çünkü korktum.

    Repliklerimi, düşüncelerimi haykıramadım karşısından çünkü korktum.

    Ayıplanmaktan, rezil olmaktan, sevgiyi kayıp etmekten, hakaret görmekten, ötekileştirilmekten korktum, bir başıma kalırsam mahvolurum diye korktum. Gidecek ve sığınacak başka yerim yoktu çaresizdim o sebepten korktum.

    Keşke acımasaydım, keşke dik durabilseydim, keşke yüzüne tükürebilseydim de içimde ukde olarak kaldı keşke avazım çıktığı kadar bağırarak, “Hayır, yapmayacağım dediklerini” diyebilseydim ancak diyemedim çünkü korktum.

    Neden bu mesleği seçtin daha farklı meslekler varken, neden?  “Neden ve niçin?” diye sual soranlara cevabım şudur: “Çünkü korktum.”

    Üstelik sen zeki bir insansın başarabilirdin diyenlere diyorum söylemek kolaydır, yapmak zordur biliyorum ancak pişmanım. Birçok defa denedim hem de defalarca ancak korktum, çök korktum hep korktum ve hâlâ korkuyorum. Anladın mı beni şimdi.

    Bana, “Pişmanmışsınız?” demeyin mütemadiyen, lütfen! Biliyorum hataydı benim yaptıklarım. Çok pişmanım ama başka çaremde yoktu. Aslında çare aradım ama korktum.

    Mesleğimi kendim seçmediğim için pişmanım, evet pişmanım hem de çok pişmanım. Ancak başka çarem yoktu, aileme karşı çıkamazdım ve mecburdum. Cesaret edip, “Sizin istediğinizi değil kendi hedefim doğrultusunda karar vereceğim” diyemedim çünkü korktum. Annem beni sevmez diye korktum. Ya babam kızarsa, dedim ve korktum. Bir daha korktum ve hâlâ korkuyorum biliyor musun?

    Babam harçlık vermezse ne yaparım bir başıma, dedim korktum.

    Babamı çok sevmiştim onu kırmaktan korktum.

    Asi çocuk görülmekten, ailesini dinlemeyen biri olmaktan korktum ama pişmanım.

    Bu hikâyeleri çoğaltabiliriz değerli dostlar ve kıymetli okurlarım. Yüz yıllardır bu böyle, hep korkuttuk çünkü bizler de korkmuştuk. Korku ektik korku biçtik. Bir başkasının bizim tarlamızda izinsiz ektiği korku tohumlarını adeta her gün suladık durduk. Şayet bir başına bırakabilseydik o kötü korku tohumlarını, bugün o korku tohumları yeşermeyecekti ve başımıza bela olmayacaktı.

    Peki çare?

    “Sen senden başla” dadır çare. Korkmadan ama korkutmadan. Bundan izinsiz bir şekilde tarlamıza ekilen korku tohumlarını sulamayacağız, susuz bırakacağız, kurutacağız o korku tohumların. Sulamayalım ki yeşermesin bir daha. Sulamayalım ki gelecek olan Nesli Atiye Cennet misal güzel kokulu gül tarlalar kalsın.

    *Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Devamını Oku

    “El ne der?” Hastalığı  

    “El ne der?” Hastalığı  
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kale Gündem – İnsanların elbette çekineceği ve hesap vereceği bir merci olur, olmalıdır da çünkü bu bir ihtiyaçtır.  

    Ancak bu merciler kişiden kişiye değişebilir. Kimisi Allah’tan korkar, kimisi eşinden, kimisi babasından, kimisi devletten kimi ise toplumun algısından yani “El ne der?” söyleminden çekinir. Allah’ın dışındaki tüm, “korku” mercileri tehlikelidir. En tehlikelisi ise “El ne der?” algısı ya da korkusudur. 

    Sınav stresi  

    Anne babalar olarak farkına varmadan (cahilane de olsa) çocuklarımızı hasta ediyoruz. Onların yerine kararlar veriyor, onlara müdahale ediyor ve “El ne der?” algısı yüzünden onları hasta ediyoruz adeta. Sebep ise, “Çocuğum üniversiteyi kazanmak zorunda yoksa ikimiz de rezil oluruz” saplantısı. Kazanırsa zeki, kazanamazsa tembel” algısı topluma yerleşmiş. Bir diğer cehalet ise “Çocuklarımızın ailelerinden gördüğü baskı,” tehdididir. “Kazanamazsam ben aileme ne derim?” ya da ailenin, “Ben çevreme ne derim?” düşüncesi. Türkiye’de zaten sınav sistemi (Ölçme-değerlendirme) ile alakalı arızalı bir durum söz konusu. Ailelerin de müdahalesi, içinden çıkılmaz hale getiriyor meseleyi. 

    Kısa kısa 

    1- Mola yerinde restoranda servis beklerken bir kızımızın tavırları dikkatimi çeki. Saat gecenin üçüydü ve kız uykusuzluktan yürüyemez durumdaydı. Öğrenci olduğunu, okuyabilmek için çalışmak zorunda kaldığını öğrendim diyaloğa geçtiğimizde. İş imkânı olmayan sıradan bir bölümde okuyormuş.

    “Neden?” diye sordum. 

    Cevabı, “Ailem çok beklenti içindeydi, ‘herkes okudu sen de oku’ dediler,” şeklinde oldu.   

    “Başka meslekler de var, neden onları seçmedin?” 

    İkinci soruma karşılık, “Ailemin ve çevremin kısmen de olsa baskısı bu süreci hızlandırdı,” dedi. 

    2- 18 yaşında genç bir danışanım geldi. Depresyondaydı. Sebebinin “Sınav kaynaklı kaygı-stres,” olduğunu öğrendim bir şekilde.  OKB-Anksiyete zirve yapmış bu gencimizde. 

    “Değer mi bütün bunlara?” diye sorduğumda bana yanıt olarak, “Ailem çok masraf yaptı benim için. Arkadaşlarım üniversitelerine yerleştiler. Eğer ben bu sene kazanamazsam ölürüm hocam! Başka seçeneğim yok; ya kazanacağım ya kazanacağım,” dedi. 

    “Ya senin sıhhatin ne olacak?” şeklindeki sualime ise, “Ucunda ölüm bile olsa!” demesin mi? 

    3) Farklı bir gencimizin ıstırabı ise istemediği bir üniversiteye kaydını yapmış olması. Bu gencimiz okuduğu bölümü asla sevmiyor, işin kötü yanı ise cesaret edip bu durumu ailesine söyleyemiyor. Ne yazık ki bu ruh hali gencimizi hasta etmiş. Bir deri bir kemik kalmıştı adeta.

    “Neden itiraz etmediniz?” sualime yanıtı sadece, “Korktum” oldu. 

    Ara ara aileleriyle konuştuğumda aldığım cevap “Biz onun iyiliğini düşünüyoruz,” oluyor genelde. 

    Başka mesleklerde de benzer durumlar söz konusu. “Peki, neden illaki üniversite saplantısı?” sorularıma aldığım yanıtsa, “Olur mu öyle şey? Biz çektik o çekmesin,” şeklinde oluyor. 

    Netice

    Bu tespitlerimiz tüm aileler için bir örnek teşkil etmemiş olabilir ancak bir hakikat var ki o da “Bizler algı yüzünden çocuklarımızı hasta ediyoruz, hayattan koparıyoruz. Onları dinleyelim, düşüncelerine saygılı olalım, başkalarını örnek göstererek kıyas yapmayalım, onları “Yarış Atı’ misali yarışa sokmayalım-yarıştırmayalım, en güzel meslek evladımızın sevdiği meslektir” diyoruz. Algıya teslim olmayalım, ikinci ilahlara, “El ne der” söylemine teslim olmayalım. Evladımızın matematiği zayıf olabilir, Türkçesi zayıf olabilir ancak iyi bir ressam çıkamaz mı? İyi bir tamirci, iyi bir aşçı, iyi bir müzisyen ya da sporcu çıkamaz mı? 

    Hal böyleyken ülkemizde meslek kuruluşları usta ve çırak bulmakta zorlanıyor. İşsizler ordusuna iş teklif edilince, “Olur mu öyle şey, ben üniversite okudum, masa başı iş isterim” diyor. Belki de işin en sevimsiz kısmı, bir şekilde Avrupa’ya giderek orada daha kötüsünü yapıyor oluşudur. Evladının akıbeti ailesine sorulunca, “Evladım yurt dışındadır, ne yapsın garibim, ülkede iş mi vardı?” diyerek çıkıyor işin içinden. 

    Bu tespitimiz, yani “El ne der” algısı sadece eğitimle ilgilidir zannedilmesin. Evlilikte, iş ve eş seçiminde, arkadaş seçiminde ve benzeri durumlarda da karşımıza çıkan hastalıklardır. 

    Evlatlarımızı illaki üniversite okuması konusunda zorlamak ahlaki olmasa gerek. Seçilen bir meslek ile üniversite (uzaktan üniversite eğitimi) pekâlâ birlikte sürdürülebilir kanaatindeyim. Mesele ve gaye sadece “Üniversiteli olmak” olmamalı. Eğitim ile öğretim birlikte olmazsa bir kanadı kırık kuş misali olur ki o da pek başarıya götürmese gerek. 

    Bu yıl sınava 3 milyon kişi girdi. Rahat iş bulacak öğrenci sayısı 50 ile 100 bin arasıdır. Gerisi işsizler ordusuna katılacak. Suçu sadece devlete atmak kolaya kaçmak diye düşünüyorum. STK’lar, Diyanet, aileler, üniversiteler ve diğerleri; kısacası herkes bu durumdan mesuldür, diye düşünüyorum.   

    Tabelamız ise şudur:  

    “Eğitim-öğretim kıymetlidir ancak sıhhatli hayat daha kıymetlidir!”  

    Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Devamını Oku

    Çocuklar Sahabe Gibidir  

    Çocuklar Sahabe Gibidir  
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kale Gündem – Milli Eğitim bünyesinde lise ve ortaokullar ile daha önce birer kitap çıkarmıştım. Son olarak Mustafa Necati İlkokulunda eğitim gören minik yavrularımızla “Ümit Tomurcukları” isminde farklı bir eser daha çıkardık. Denilebilir ki bu eser, hayatımın ve ufkumun değişmesine vesile oldu. Teşekkürler size gelsin melek yavrularımız. 

    Çocukların iç dünyalarını yansıtan bazı yazılar  

    Yaşlılar, din adamları ve dervişler dua ederken ya da Allah’tan bir şey isterken, “Allah’ım! Beli bükülmüş yaşlılar ve masum çocuklar hürmetine,” şeklinde duaya başlarlar. Nedenini bir hocama sormuştum. Bana, yıllardır unutmadığım şu cevabı vermişti: “Çocuklar masum ve günahsızdırlar. Allah onları sever ve onları kırmaz.”

    O zamanlar anlamamıştım nedenini. Ta ki İslam tarihini ve peygamberimizin hayatını okuyuncaya kadar. İşte o zaman anladım ki büyüklerimiz boşuna bu şekilde dua etmemişler. Çünkü çocuklar sahabe (peygamberin arkadaşları) gibidir. Şöyle ki Hz. Muhammed’in (SAV) arkadaşlarını araştırdığımda gördüm ki onlar da çocuklar gibi farklı meziyete sahiptiler. Özetlersek; yalan söylemezler, bildiklerini ayıp olur düşüncesi ile gizlemezler, korkmazlar, bir şeyler saklamazlar ve kin tutmazlar. Kavga etseler bile bir müddet sonra hiçbir şey olmamış gibi barışırlar. Kendi aralarında yardımlaşırlar ve paylaşmayı severler. Merhametli olurlar, sevgi dolu olurlar. Sahabe ve çocukların, genel itibarıyla özelikleri bu şekildedir. Bu sebeple iki ile on iki yaş grubu çocuklar için her zaman şunu söylerim, “Çocuklar sahabe gibidirler.” 

    Netice olarak, bu masumların yazılarını okuyan, onları dinleyen okuyucular anlayacaklar ki çocuklarda sevgi, merhamet ve anlayış fıtrat gereğidir. Tabiri caizse gayet güzel hasletlerle dünyaya gelen bu masum yavrularımıza farkında olmadan bizler (anne, baba, öğretmen, çevre vs.) hasar-zarar vermekteyiz. Evlatlarını, fıtratlarını bozmadan yetiştiren anne-babalardan olmak temennisiyle; iyi okumalar…  

    Yazar - Mehmet - Rıza - Özacar - Kalegundem com

    Ümit Tomurcukları

    Ben bir kalp olsaydım; duyguların ritmiyle atardım, sevgiyle dolardım her an. Her vuruşumda umut, şefkat yayardım çevreme. Aşkın sesiyle dolup taşardım, sevdanın en derin köşelerine ulaşırdım. Her atışımda hayatın kıymetini anlatır, her dönüşümde insanların birbirine olan bağlılığını hatırlatırdım.  

    Elif N.  

    ***  

    Ben bir elmas olsaydım; yoksul insanların eline geçip onların hayatını güzelleştirmek isterdim. Kötü adamların eline bir süre geçmeyip iyi adam olmalarını isterdim. Zor durumda olan, para sıkıntısı olan ailelerin de sorununu çözmek isterdim. Borçları olan bir insanın borcunu ödemesini sağlamak isterdim.  

    Orhan

    *** 

    Eğer ben bir defter olsaydım; içimdeki sayfaları dolduran kelimelerle birçok hikâye ve anı barındırırdım. İnsanların düşüncelerini ve duygularını benim sayfalarıma yazmalarına izin verirdim. Her bir satırımda bir macerayı, bir duyguyu veya bir düşünceyi ifade ederdim. Benim gibi bir defter olmak gerçekten muhteşem olurdu.  

    Maruf Z. 

    *** 

    Ben bir rüzgâr olsaydım; usul usul esip dağları, tepeleri aşıp köylere giderdim. Oradaki çocuklara üzülmemelerini ve mutlu olmalarını söylerdim. Çünkü çocukların üzülmelerini değil de mutlu olmalarını isterdim. “Çocuklar, siz bizim geleceğimizsiniz, geleceğimize sahip çıkın,” derdim.  

    Rüzgâr

    *** 

    Ben bir gök taşı olsaydım; beni yıldız sanan insanların dileklerini gerçekleştirip insanları mutlu ederdim.  

    Nursima

    ***  

    Ben bir resim olsaydım; doğanın güzelliğini çizerdim. Ben bir resim olsaydım; dünyadaki kötülükleri hiç çizmezdim.  

    Erva M.

    ***  

    Ben bir kedi olsaydım; bütün kötü insanları çizerdim ve iyi olanlara yaklaşırdım. Kedilere eziyet eden kötü insanları, çocukları sevmeyen insanları tırmalardım.  

    Mervenur

    *** 

    Ben bir kara olsaydım; bütün karanlıkları içime çeker, dünyanın şeffaf ve beyaz olmasını sağlardım. Karanlığın o kadar da kötü bir şey olmadığını anlatırdım, bütün kötülüklerin ve pisliklerin üstünü kapatır, kiminin içinde bir hüzün kiminin içinde de sevinç olmak isterdim. Her hâlimle kendimi her canlıya sevdirmek isterdim.  

    Erdem

    *** 

    Ben bir ayna olsaydım; kendini sevmeyenleri sevdirir, öz güvenlerini yerine getirirdim. Kendilerini iyi hissetmelerini sağlardım.  

    Ben bir ayna olsaydım; kendini beğenmiş insanlar bana bakınca onlara aslında kim olduklarını gösterirdim.   

    Esmanur U.

    *** 

    Ben bir para olsaydım; bir yerde birikerek fakirlerin ihtiyaçlarını karşılayıp onları zengin yapardım.  

    Muhammed E. 

    *** 

    Ben bir altın olsaydım; kendi değerimi bilirdim. İnsanların da kendi değerlerini bilmeleri için elimden geleni yapardım. İnsanların bana ulaşma çabasına saygı duyardım.  

    Poyraz A.

    *** 

    Ben bir silgi olsaydım; bütün kötülükleri silerdim. İyilikleri ortaya çıkarırdım. Çünkü kötülük hiç iyi değil.  

    Hasan Ali.

    *** 

    Ben bir bayrak olsaydım; dünyadaki herkesi sevindirirdim. Bayrak olmaktan gurur duyardım. Göklerde dalgalanırdım. Atamı sevindirirdim. Rüzgârlarda dans ederdim. Ülkelere sembolümüzü gösterirdim. Ülkelerde yas olduğu zaman yarıya indirilmek istemezdim.  

    Mirali S.

    *** 

    Ben bir ateş olsaydım; dünyadaki bütün kötü şeyleri yakardım ki iyi şeyler kalsın.  

    Ben bir ateş olsaydım; dünyadaki bütün üşüyen çocukları ısıtırdım. Bütün evlerdeki sobalarda yanardım. Çıkan herhangi bir yangında sönerdim. Ülkemi kış aylarında güzelce ısıtırdım.  

    Sare K.

    *** 

    Ben bir toprak olsaydım; üzerimde rengârenk göz alıcı çiçeklerin büyümesini sağlardım. Çocukların sevinçle ve mutlulukla koşup oynadığı çimleri yetiştirirdim. Birbirinden sağlıklı sebzeler ve meyveler büyütürdüm bağrımda, çocukların afiyetle yemesi için. Toprak olup dünyaya renk ve tat katmak gerçekten muhteşem olurdu.  

    Zeynep M. N. 

     

    Zeynep Dikgöz ile Söyleşi 

    -Merhaba Zeynep.   

    -Merhaba amca.  

    -Nasılsın?  

    -Çok iyi.   

    -Biraz tanışalım mı?  

    -Olur.   

    -Kaç yaşındasın?  

    -Yaşım 9 ve üçüncü sınıftayım.   

    -Aile denilince aklına ne geliyor?  

    -Sevgi ve huzurun olduğu bir yuva. Çünkü sevgi yoksa o ailede sıkıntı var demektir. Yani cehennem gibi olur hayat.  

    -Peki ya komşu dersem?  

    -Aklıma ilk gelen şey; yardımlaşmak ama karşılıklı. Mesela ben komşularımızı çok severim, hepsi iyiler.   

    -Bu kadar mı?   

    -Bir şey daha, hani denilir ya, “Komşu komşunun külüne muhtaçtır,” onu diyecektim.  

    -Çocuklar babadan ne ister ya da ne istemeli?  

    -İlgi ister, sevgi ister, güler yüzlü ve sevecen bir baba ister.  

    -Anne baba evde nasıl davranmalı sence?  

    -Babalar annelere kızarsa çocuklar çok üzülürler.  

    -Neden?  

    -Çünkü annelerin gücü yok ya, ondan. Onun için babalar, annelere kızmamalı, hakkı yok kızmaya.   

    -Ya anne hata yaparsa?  

    -Yine de kızmamalı, güzelce söylemeli, konuşmalı.  

    -Ya anneler nelere dikkat etmeli?  

    -Babalar bir şeye kızacaksa onu yapmamalı.  

    -Başka bir soru sormaya izin var mı?   

    -Tabii ki.   

    -Anne baba sence evde nasıl hareket etmeli, yani nelere dikkat etmeli, nasıl bir ilişki olmalı?  

    -Çocuklarının yanında bağırmasınlar, güzel şeyler söylesinler. Bir şey isterken birbirlerine kızarak ve bağırarak değil, yavaş ve yumuşak bir şekilde istesinler.  

    -Başka?  

    -Anne babalar, çocukları ile bazı aktiviteler yapmalı, oyun oynamalı ya da onları oyun yerlerine götürmeli. Bir şey daha!

    -Nedir?  

    -Babaların her dediğini anneler hemen yanlış anlamamalı, babalar da kızmadan onu, yani anneleri dinlemeli bence. Çünkü baba güçlüdür, anne güçlü değildir.

    -Akraba denilince aklına ilk gelen nedir?  

    -Yardımlaşma, saygı, sorunları birlikte çözme… Şey işte aklıma gelir.  

    -Anladım, bence güzel bir cevap. Ben bile faydalandım.   

    -Gerçekten mi?   

    -Elbette…  

    -Az kalsın unutuyordum küçük hanım!  

    -Neyi?  

    -Meslek diyorum meslek, var mı hedefinde bir şey?  

    -(Ani bir refleksle) Doktor olmak en büyük hayalimdir.  

    -B planın yok mu? Bence olmalı, ne olur ne olmaz.   

    -Ha o mu, elbette var B planım.  

    -Nedir?  

    -Hâkim olmak.   

    -Neden başka meslek değil de doktor ve hâkim?  

    -Doktor olursam aileme bakarım, sonra parası olmayan fakirlere yardım ederim, onları muayene ederim.   

    -Devlette mi çalışmak istersin yoksa özel yerin mi olsun?   

    -Özel yerim olsun. Çünkü devlette fazla bakamam fakirlere ama yerim olsa ücretsiz bakabilirim. Mesela SMA hastalarına bakarım. Bir de para yardımı yaparım. Ama yardımı küçük çocuklara yaparım. Beş yaşındaki ve diğer küçük çocuklara.   

    -Doktoru anladım da neden hâkim, yani neden hukukçu?  

    -Kötülerin cezalarını vermek, haklıları savunmak için. 

    -Hayvanları sever misin?  

    -Çoook severim.  

    -En çok hangi hayvanı seversin?  

    -Tüm hayvanları severim ama en çok atı severim.  

    -Neden at?  

    -O farklı bir hayvan; asildir. Bir de binmeyi çok severim.  

    -Arkadaşlarınla aran nasıl?  

    -Hepsini severim. Çünkü her arkadaşımın farklı bir güzel yönü var.  Mesela babam çikolata getirdi kardeşime, boğazından geçmedi, bana verdi. Ben de aynısını yaparım.   

    -Var mı başka söyleyeceğin?  

    -Bu kadar. Teşekkür ederim.   

    -Ben teşekkür ederim küçük yazar

    -Şimdi ben yazar mı oldum?    

    -Elbette.   

    -Teşekkür ederim.   

    -Ben de.  

    Zeynep D.

    *Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Devamını Oku

    İnatçı Hüseyin ya da At Gözlüğü

    İnatçı Hüseyin ya da At Gözlüğü
    2

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kale Gündem – Yıllar önce psikolog bir dostumun, “Zirveye koşan atlara neden gözlük takılır bilmek ister misin?” sorusuna, “Elbette,” diyerek cevap vermiştim.

    O zaman, “Sağdan soldan gelen farklı telkinleri duymamak, olumsuz davranışları görmemek, hedeften gözünü çekmemek için,” şeklinde yanıtlamıştı kendi sorusunu.

    “Ne demek bu hocam?” diye sorduğumda ise “Sen sen ol, aldığın karar doğruysa, sağdan soldan gelen menfi sözlere dikkat kesilme ve aldırış etme çünkü enerjini, şevkini zaafa uğratır ve zihninin karışmasına sebebiyet verir,” demişti.

    “Ya bu telkinler doğru ise?” şeklindeki ikinci sualime ise, “Müspet telkinler olsa bile…” dedikten sonra sebebini şöyle izah etmişti:

    “Çünkü karar almış, zirve ve hedefe revan olmuş, bismillah demiş bir dava adamına, sonradan gelen telkinler de zarar verebilir. Belki bu telkinler karar vermeden ve yola çıkmadan önce olmalıydı,” dedi

    İnatçı ya da Sinsi

    İnsanlar bu iki vasfı hep kötü bilirler nedense. Hâlbuki SİNSİLİK ve İNATÇILIK esasen bir silahtır da. Mesela stres normalde kötü bir hâldir ancak zirveye çıkartmada ve hayırlı işlerde bayağı iyidir denilebilir. Aynen onun gibi SİNSİLİK ve İNATÇILIK da hedef seçiminde pekâlâ kullanılabilir. Mesela ajanların ekseriyetinde bu hâl vardır. Onun gibi düşünmek lazım.

    Hikâye

    Kur’an-ı Kerim ve diğer büyük kitaplarda geçmiş milletlerin kıssaları anlatılır. Peygamberler ve onların varisleri olan alimler de zikrederler bu kıssa ve hikâyeleri. Sebeb-i hikmeti ise anlatılmak istenileni fehme takarrüptür. Evet evet, sebep budur. Biz de bir hikâye anlatmak istedik.

    Hasan adında bir dostum vardı, onun da Hüseyin adında bir oğlu… Kendisi de eğitimli olan dostum Hasan, tüm evlatlarını iyi eğitmişti, çocuklarını hepsi üniversite mezunudur. Bir ara işleri sarpa sardı. Mali olarak zor günler geçiriyordu. En ufak oğlu Hüseyin’i, çok istemesine rağmen dershaneye gönderememişti. Bu durumdan ötürü kendisi ve Hüseyin çok üzülmüştü.

    Nedenini sorduğumda bana, “Durumum belli, mali krizdeyim. Zaten o da beceremez çünkü dersleri çok zayıf. Vereceğim bir iş yerine,” demişti. Eşinin ve evladının ısrarına dayanamayan Hasan Bey, bir zaman sonra bir şekilde Hüseyin’i dershaneye yazdırdı. Bir gün karşılaştığımızda, “Hani göndermeyecektin, ne değişti?” diye sordum.

    Annesinin çok üzüldüğünü, göndermemem hâlinde ileride ikimizi de durumdan mesul tutacağını ve bunun da hiç iyi bir hâl olmayacağını, söyleyince göndermek zorunda kaldığını ifade edince, “Nereden biliyorsun? Belki başarır…” dedim.

    Hasan Bey ise “En küçük Anadolu Lisesi’nin taban puanı bile 400, Hüseyin’in ise ortaokul birinci sınıf ortalaması 326, ikinci yılın ortalaması ise 330. Yani Hüseyin’in, 400 ve üstü puan alması hayaldir, ondan diyorum,” demişti.

    Bir gün Hüseyin’e “Başarabilecek misin Hüseyin, sanki baban inanamıyor sana. Ne diyorsun bu mevzuda?” diye sordum.

    “Ya sen Ali amca? Güveniyor musun bana?” diye sordu o da.

    “Bence başarabilirsin.”

    Cevabımı alınca sadece, “Teşekkür ederim,” dedi. Hepsi bu kadar.

    İnatçı Hüseyin ya da At Gözlüğü

    Hüseyin’den…

    “Babamla dershanenin müdürü Sinan Hoca’nın koridorda karşılıklı konuştuklarını görünce çok (tırstım) korkmuştum. Ya dershaneden beni alırsa, diye. Çünkü Sinan Hoca bana kafayı takmıştı. Neymiş, ‘Çalışkan öğrencilerin dershanesiymiş burası ve ben onlara ayak bağı olurmuşum, ezilirmişim.’ Onun derdi ben değildim, elbette. En iyi üniversitelere öğrenci gönderen dershane olmak çabasındaydı çünkü… Her neyse.

    Onları konuşur görünce bir sütunun arkasına saklandım, söylediklerini duyuyordum. Sinan Hoca, ‘Hasan Bey, senin yerinde olsam Hüseyin’i bir mesleğe veririm. Yazık çocuğa, arada eziliyor ve olan senin parana olacak,’ dedi. Bu teklife karşılık babam, ‘Olmaz hocam, geçti artık, varsın kazanamasın. Bir de… Nereden biliyorsun, belki başarır,’ dedi.

    Babamın cevabına Sinan Hoca, ‘Hasan Ağa, bu çocuk bitik bitik, bir şey çıkmaz bu çocuktan,’ deyince babamın gururunun incindiğini fark ettim.

    Gayriihtiyari, ‘Sinan Hoca Sinan Hoca! Ben bitti demeden bitmez!’ cümleleri dökülüverdi ağzımdan.  Tekraren, ‘Yeniden bismillah’ diyerek ve bir karar vererek, ‘Seni mahcup etmezsem adım Hüseyin olmasın, Sinan Hoca!’ dedim ve asıldım derslere.”

    Hüseyin’in hikâyesini dinlemek üzere Meşhur Sinan Hoca’dayım şimdi…

    Sinan Hoca’dan…

    “Doğrusu gitmesini çok istedim. Ancak Hüseyin şaşırttı bizi hem de sinsice,” dedi gülerek.

    “Nasıl?” sualime ise “Normal bir Anadolu lisesi için lazım olan puan 400 ve üstüydü. Hüseyin’in denemelerden aldığı puan ise 325 civarı idi. İlk iki yılın ortalaması da 327 olunca bunu düşünmek durumunda kaldım. Tabii ki üzgünüm.”

    “Neden?” diye sorduğumda ise “Hüseyin’de ani gelişme oldu. Denemelerde, 345, 355, 360, 370-80, 90 ve derken 400’ü devirdi. Yarı yıl geldiğinde ortalamaları yakalamıştı. Yıl sonunda ise ilk beşe girmeyi başardı. İlginç olan…” deyip bir müddet sükût edince, “Eee, yani sonra?” deyip merakla söyleyeceği sözleri bekledim.

    “Türkiye geneli Anadolu liseleri giriş sınavında beş yüz üzerinden 485 puan almayı başararak bizi ters köşe yaptı. En güzel Anadolu lisesini kazandı ve orada da okul ikincisi oldu. Üniversite sınavlarında da iki buçuk milyon öğrenci arasında ilk on bine girmeyi başardı. Yüzde yüz bursla Türkiye’nin en popüler özel üniversitesine yerleşti. Oradan da derece ile mezun oldu. An itibarıyla bir Avrupa ülkesi firmasında çalışmaktadır. Tüm bunları nasıl yaptığını hiçbirimiz anlayamadık,” dedi gülerek, “Aslında inatla ve sinsice yaptı, denilebilir.”

    “Yani, Sinan Hoca…

    Sinsilik ve inatçılık bazen iyiymiş; bir de ‘At Gözlüğü’ takmak…

    Evet evet, bir de at gözlüğü takmak.”

    Tespit:

    1. Hiçbir öğrenciye, hatta hiçbir insana senden bir şey çıkmaz dememek, şevk ve umudunu kırmamak gerek.

    2. Karar verildikten sonra sağdan soldan gelen telkinlere kapalı olmak gerek.

    3. Seçilen ve karar verilen her ne ise onu sahiplenmek elzem olsa gerek.

    *Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Devamını Oku

    Ayıp Etmedik Mi?  

    Ayıp Etmedik Mi?  
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kale Gündem – Arap asıllı (Kahır ekseriyeti Suriyeli) Müslüman kardeşlerimizin bazı sıkıntılarını (Müşkülat) not düşmek elzem oldu benim için. 

    Önce ufak bir mukaddime: 

    Dünyada en kıymetli üç şey; inanç, aile ve vatandır. Hiç kimse isteyerek ve bilerek bu üç kıymetlisinden asla vazgeçmez.   

    Suriyelilerin burada ne işi var?  

    Muhammed adında Suriyeli bir kardeşimizi (Mermer ustası) duygulu vaziyette görünce sebebini sormak durumunda kaldım, aramızda geçen konuşma şöyle: 

    “Hayır olsun Muhammed Usta!” 

    “…” (Cevap yok)  

    “Yapabileceğim bir şey var mı, Muhammed kardeşim?” deyince Muhammed, “Rıza amca!”  

    “Efendim kardeşim.”  

    “Sence ben gurursuz muyum?”  

    “Estağfurullah, haşa o ne demek?”  

    “Ben korkak mıyım? Ben cahil miyim? Ben insan değil miyim?” Kabilinde arka arkaya sorular yöneltince ben: “Muhammed neler oluyor?”

    “Her yerde bana ve arkadaşlarıma korkak, gurursuz ve bir sürü şey diyorlar, hakaret ediyorlar. Neymiş? Vatanımızda savaşacakmışız, bilmiyorlar ki…”  

    Ağlamaklı ve duygu bir üslup ile, “Rıza Amca bilir misin?”  

    “Neyi?”  

    “Öz amcamın dört oğlu vardı. Biri el- Nüsra’da, biri rejimde, biri Kürtlerde bir diğeri ise Muhalif Cephede savaşıyordu. Hangisi ile görüşsem, “Vatan için, din için savaşıyorum.” diyor, sonra diğer öz kardeşlerini hainlikle itham ediyorlardı. Şimdi size soruyorum Rıza amca, bu amcazadelerimin hangisi vatansever, hangisi hain ya da hangisi mücahit?  Her gurup maktulüne şehit, diğerine ise, “Cehennemlik,” diyor. Benim sorum şu: “Ben hangi gurupta savaşmalıydım?”  

    “Karşıma çıkan herkes din kardeşimdi, hangisine silah çekebilirdim? Başka çarem var mıydı ki onu tercih edeyim? Yapacağım belliydi, kardeşleri, ‘baş başa’ bırakarak Müslüman bir ülkeye hicret etmekti. Birçok insan yabancı ülkeye gitti ama biz Türkiye’yi seçtik. Lakin burada da bu ağır sözlere muhatap oluyoruz. 

    “Muhammed,” diyerek araya girmek istedim ancak Muhammed çok doluydu ve “Rıza amca bir şey sorabilir miyim?” 

    “Tabii ki.”  

    “Suriye’nin üç büyük sınır komşusu vardır ve bunların üçü de İslam ülkesi. Irak, Ürdün, Lübnan (İran demektir aslında) ve Türkiye. Sualim ise şudur: Bu üç – dört ülkeye rağmen ecnebi ülkeler Suriye’ye girebilirler miydi?  Yani, bu ülkelerin suçu hiç mi yok? Şimdi ben de desem ki, ‘Bu işgalde sizlerin de payı var,’ hata etmiş olur muyum?”  

    “Evet! Çok direndik, hem de çok direndik. Vaktaki ailemi şehit verinceye kadar.”  

    “Ailenden vefat eden oldu mu?”  

    “…..” Bir müddet sustu Muhammed. Sicim sizim akan göz yaşlarını sağ ve sol kollarıyla sildi, gözlerini bir müddet karşı duvara dikti, sonra devamla, “Evet amca; annem, babam, iki abim, iki yengem ve dört yeğenim. ABD’nin yaptığı bombardımanlar sonucu yıkılan evlerin altında can verdiler yani şehit oldular.”  

    Üç dört dakika ses ve soluğumuz kesildi adeta. Yapacağım tek şey vardı, o da özür dilemek ve onu sımsıkı kucaklamaktı, onu da yaptım.  

    Herkes suçlu   

    Elbette söylediklerinin hepsi de doğruydu, fazlası vardı. Ancak bazen hor gördük. “Çok çocuk doğuruyorlar.” dedik. “Vefasızlar, kaypaklar” dedik, “Paramızı alıyorlar.” dedik. Hasılı, zannedersem bu kardeşlerimizi biraz fazla incittik.    

    Ağır konuştuk. Bazen yüzlerine bazen sosyal medyada bazen de siyasiler vasıtasıyla ikinci sınıf muamelesi yaparak onları kategorize (Musannaf-sınıflandırmak) etmeye kalktık. Kürt, Türkmen, Arap diye tefrik edince onlar da haklı olan kesime değil, kuvvetli olan cenaha karşı sessiz (Belki de yaranmak) kalmak durumunda kaldılar.

    Birkaç hatıra:

    1.İş yerine gelen bir gençten, “Abi iş var mı?”  

    “Şu an yok kardeşim.”  

    “Abi ben Türkmenem?”  

    “Ne fark eder aziz kardeşim?” dedim. 

    2. Evde ustalar çalışıyordu, bir müddet sohbetten sonra, “Ustam nerelisiniz?”  

    “Iraklıyım ama ben Türkmen’im amca.”  

    3.Alacak verecek meselesi vardı Suriyeli işçi ile Türkiyeli iki esnaf arasında. Sulh için yardımcı olmam istendi. Yanıma yaklaşan Suriyeli genç (Alacağını alamıyordu), “Abey Suriyeliyem ama ben Türkmenem.” dedi.  

    4. Kucağında küçük bir çocukla zengin bir muhitte dilenen adam gelip geçenlere, “Abi Allah için bir yardım,” ara ara da “Abla ben Türkmen’im” demeyi de ihmal etmiyordu.

    5. “Çalışanlarımın içinde en iyisi Ahmet’tir” tespitine yanındaki adamın, “Ama Tükenmedir.” demesi gibi örnekler Arap ve Kürt kardeşleri çok incitmişti. 

    Elbette sadece bunlar değil, vatandaş olamadıkları için geri gönderilme korkusundan sebep birçok zaman suskunluğu tercih ettiler, alacaklarını almadıkları zamanlar oldu. Haklı olmalarına rağmen haklarını savunamayan insanlar oldu. Dini nikahla evlenip terk edilen kadınlar hatta evladı elinde alınan onlarca insan bilirim. Batıda “Abey ben Türkmen’im.” derken eminim Mardin’de ya da Diyarbakır’da, “Abey ben Kürt’üm.”, “Hatay’da ağam ben Arap’ım.” demiştir.  Ve tüm bunlara dini İslam’a ve Kuran’a rağmen biz sebep olduk. Oysa Kuran bu olanların birçoğunu reddediyor.   

    Mesela, her duyduğuna ve her gelen habere inanmamamız gerektiğini (Hucurat S. A. 6),  

    İman etmenin ne kadar güzel ve kıymetli olduğunu (Hucurat S. A. 7),  

    Kardeşler arasında oluşan ihtilafı çözmek için arabulucu olmamızı (Hucurat S A. 9), 

    Ayıplama ve küçük görmenin ne kadar kötü -kerih olduğunu “(Hucurat S. A. 11),  

    Aleyhte konuşmanın, gıybet etmenin ne kadar çirkin olduğunu (Hucurat S. A. 12),  

    Şeref ve kıymetin-üstünlüğün ancak ve ancak imanda olacağını (Hucurat S. A.13),  

    Siz iman etmediniz teslim oldunuz diyerek imandaki zaafımızı (Hucurat S. A. 14) bizlere gösteriyor.   

    Müslüman olmanızı bir lütuf gibi gösterip bana (Hz. Muhammed (S.A.V) hatırlatıp durmayın. Tam tersine eğer doğru kimselerseniz sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş oluyor (Hucurat S. A. 17) buyurarak da Müslümanlığını bir lütuf-ayrıcalık olarak gösteren ehli gafletten olan bir kısmımızı tabiri caizse adeta, ‘ters köşe’ yapıyor Allah (C.C.).  

    Dil bir ayettir ya da düşmanın dili…  

    Tüm semavi dinlerin müntesipleri, sahip oldukları dinin dilini konuşur ve kutsal kitaplarının harfleri ile yazışırlar, en azından onu bilirler. Mesela İsrailoğulları. İseviler… Müslümanlara gelince, Kuran-ı Kerim Arapça nazil oldu. Mübelliği Hz. Peygamber’de (S.A.V.)Arap idi. Kuran-ı Kerimi insanlığa tebliğ eden/anlatan Sahabe-i Kiram da Arap idi. Hulafa-yi Raşidi’nin yazı ve konuşma dili Arapça idi. İslam’ı ilk devletleştiren Emeviler, Abbasiler de.  Bin yıl İslam’a bayraktarlık eden Devleti Aliye-yi Osmani de Arap harfleriyle okudu, yazdı. Dünyada adalet ile hüküm sürerken Arapça onların zirve yapmalarına engel teşkil etmedi. Hatta denilebilir ki bundan bir asır öncesine kadar tüm Müslümanların yazı harfleri Arapça ve çoğunluğun dili de Arapçaydı. Durum böyle iken Arap nefreti ya da Arapça harflerine karşı olan tahammülsüzlük neden acaba?  

    Ehli diyanet mensubu bir hocamızın dediği gibi, “İslam’ı, Türkleri ve Türkiye’yi aylarca işgal eden, bu milletin ırzına geçen, Din-i İslam’ı ortadan kaldırmaya çalışan düşmanlardan müteşekkil İngiliz, Alman, İtalyan ve Fransızların dilini öğrenmek ilericilik ya da medeniyet oluyor da Arapça harfler ya da Arap Dili neden gericilerin ya da geri kalmışların dili oluyor?  

    Şirket isimleri, birçok unvan hatta günlük konuşmamızda ecnebi dili- harfleri istimal edilirken   sadece kendi halkına işyerlerine Arapça ile yazı ve tabela astıkları için bazı guruplar ve siyasiler tarafından hedef gösterildiler. Sonra da mahalli idareler tarafından yasak getirilerek söküldü ya da kaldırılmaya zorlandılar.”  

    Bel ki şu denilebilirdi: Hem Türkçe hem de Arapça olsun. Aksi takdire birçok vatansever kalkıp, “Ne kadar yabancı isim varsa kaldırılsın ya da yasak getirilsin.” şeklinde itirazda bulunabilir. 

    Netice ya da çare

    -Bu kardeşlerimizin hiç birisi kendi isteği ile vatanlarını terk edip ülkemize gelmediler.   

    -Bu topraklarda doğmuş, bu topraklarda ve bu ülkenin okullarında okumuş birçok insandan daha ileri seviyede Türkçe konuşan Suriyeli kardeşlerimizin mevcudiyeti bir vakıadır. Öyle ki Arap olduğu anlaşılmayacak kadar da düzgün konuşan Arap kardeşlerimi gördüğümü rahatlıkla söyleyebilirim.  

    -İnsanın elinde olmayan bazı durumlar da vardır, kimse başına gelecek olayı bilemez. Yine hiç kimse anne babasını seçemez, dilini seçemez, doğduğu yeri seçemez, öleceği yeri seçemez ve tenini-ırkını da seçmez. Lakin farklı zaviyeden (pencere) bu meseleye bakabiliriz.  

    Mesela dinimiz bir, kitabımız bir, peygamberimiz bir, kıblemiz bir, bölgemiz bir, örf ve adetlerimizin ekseriyeti bir, hatta yüzlerce ortak, ‘birlerimiz’ varken neden bu ayrılık? Neden bu husumet ve neden tefrika?  Şer olarak gördüğümüz bölgemizdeki bu savaşlar-facialar çok yakın bir zamanda hayra dönüşebilir (Tebdil). Düşmana karşı sırt sırta vermiş bir Türkiye, Suriye ve Irak ittifakı neden olmasın? İsteyen bugünün tarihini not düşebilir.   

    *Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Devamını Oku

    Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.