Aydemir Gültekin, Kale Gündem - Haberler - Son Dakika Haberleri - Malatya Kale İlçesi sitesinin yazarı
DOLAR

36,0665$% 0.05

EURO

37,3960% 0

STERLİN

44,9418£% 0.12

GRAM ALTIN

3.351,52%-0,17

ÇEYREK ALTIN

5.562,00%-0,25

BİTCOİN

3454541฿%-2.45185

İmsak Vakti a 02:00
Malatya HAFİF KAR YAĞIŞLI -1°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Aydemir Gültekin

Aydemir Gültekin

31 Mayıs 2024 Cuma

    Fatih’in Bedduası veya Yaşasın Fatih Demokratik Federal Sosyalist Cumhuriyeti

    Fatih’in Bedduası veya Yaşasın Fatih Demokratik Federal Sosyalist Cumhuriyeti
    2

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kale Gündem – 571 yıl önce Hristiyanlığın göz bebeği, Türk-İslam ordularının maşuku Konstantinopolis fethedildi. Müthiş bir stratejik deha, son kalan kalesini canhıraş savunan bir imparatora karşı bu zaferi kazandı.

    İstanbul’un fethi sadece coğrafi bir yerin askeri bir başarıyla el değiştirmesi değil aynı zamanda kültürel, ekonomik ve siyasi bir dönüşümün de başlangıcı oldu.

    Az çok fetihle ilgili hepimiz bir şeyler biliyoruz. Bir çağı kapatıp yeni bir çağ açan bu olayın gerçekleştiği o zamandan bu zamana bir zıplama yapalım şimdi.

    İstanbul’u bilen bilir, zamanın Konstantinopolis şehri şimdi Suriçi dediğimiz bölgeyi kapsıyor. Kuzeyde Haliç, doğuda Boğaz, güneyde ise Marmara Denizi ile sınırlanır bu bölge. Üç tarafı denizle sınırlanan, batıda tarihî surlar ile Eyüpsultan ve Zeytinburnu ilçelerinden ayrılan bu bölge Fatih ilçesini oluşturur. Fatih ilçesi, Suriçi ve asıl İstanbul olarak bilinir. 2008 yılına kadar tarihî yarımada üzerinde iki ilçe varken bunlardan Eminönü lağvedilerek tek ilçe hâline getirildi ve böylece adını Fatih Sultan Mehmed’den alan ilçe, fethedilen Suriçi’nin tamamını kapsar hâle geldi.

    Peki, bu Bizans’ın ülkesi, Osmanlı’nın başkenti ve dünyada eşi benzeri olmayan tarihi zenginliği olan ilçemiz günümüzde ne durumda?

    Hemen size gayriresmî bir sır vereyim. Fatih ilçesi artık ilçe değil! Kolonileri olan federal bir ülke. İnanmıyor musunuz? O zaman gelin göstereyim. Önce Karagümrük’ten Saraçhane’ye olan kısma bakalım. Burası yoğun bir şekilde Arap nüfusunun ikamet ettiği bölgedir. Yerel esnaftan, ev hanımına, okuldaki öğrenciden tuhafiyeciye kadar herkes ve her yer bu koloninin insanlarına aittir. Resmi (daha doğrusu aranan dil) Arapça’dır. Eğer sadece Türkçe biliyorsanız iş bulma, komşularla diyalog kurma hatta bakkaldan ekmek alma işlerinizi yapmakta zorlanabilirsiniz Biraz ileri gidip Laleli Baba’nın huzurunda biraz nefesleneyim derseniz, durun önce Rusça bilip bilmediğinizi kontrol edin bilmiyorsanız adres sormak dahil hiçbir harekette bulunmayın. Mağazaya girip bir şey satın almaya kalkmayın (büyük olasılıkla 3. Sınıf müşteri muamelesi göreceksiniz çünkü). Usulca Kadırga’ya ineyim şöyle Cankurtaran’da bir deniz havası alayım derseniz dikkat edin Afrikalı hemşehrilerimizin mahallesinden geçeceksiniz. Burası hâlâ resmi olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlıdır, şaşırmayın! Tamam tamam Yenikapı’ya geçeyim bari, derseniz bu sefer Moldova ve Ukraynalı taşıma, organizasyon işlerinin göbeğinde kendinizi bulabilirsiniz. Paniklemeyin, soluğunuzu tutup tramvaya doğru çıkın ve Millet Caddesi’ne doğru… Hmmm “Türkmenler ve Özbekler” mi dediniz. Olsun canım, soydaşlarımız sonuçta onlar da. Peki peki… “Atın kendinizi Sultanahmet, Ayasofya, Gülhane tarihî üçgenine…” diyecektim ki oralar zaten haddinden fazla karışık, siz iyisi mi çaktırmadan Eminönü’nden tramvaya binip Fatih Demokratik Federal Sosyalist Cumhuriyeti sınırlarını terk edin. Bugünlük yad ellerde bu kadar macera yeter!

    Ah hay Allah başlığı attık, anlatmayı unuttuk. Onu da şuracığa iliştirelim.

    Gaipten haber verdiğini iddia eden bir kâhine Sultan Fatih sormuş: Mademki gaipten haber veriyorsun o halde söyle bana, İstanbul daima Osmanlı’da kalacak mıdır? Kâhin cevap verir: İstanbul, harp neticesinde yabancıların eline geçmeyecek. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, Türklerin elindeki mal ve mülk yavaş yavaş başkalarının eline geçecek, böylelikle İstanbul Türklerin malı olmaktan çıkacak. Bunu duyan padişah sinirlenerek ellerini açar ve “Kendi arazisini yabancılara satanlar Allah’ın gazabına uğrasın,” diye beddua eder.

    Menkıbede öyle diyor…

    Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Devamını Oku

    30 Gün Sonra Öleceksin!

    30 Gün Sonra Öleceksin!
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kale Gündem – Hayat, canlılara bahşedilmiş en büyük nimet. Dünyaya gözünü açmış, bir şekilde varlığı ile yaşam sistemine dahil olmuş her bir yaratılan, onu yaratanın haricinde hiç kimse tarafından bu nimetten alıkonulamaz, hakkı elinden alınamaz. Kur’an’da “…kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur,” (Mâide Suresi- 32. Ayet Tefsiri. DİB.) denilir. Konunun ne kadar ehemmiyetli olduğu bizzat Yaratıcı tarafından insanlığa uyarı olarak da belirtilmiştir.

    Ancak başkasının hayatına haksız yere son verme, yaşam hakkını elinden alma meselesi Habil-Kabil’den başlayarak ihlal ve ihmal edilegelmiş, tarih boyunca ister günlük yaşamda ister savaşta olsun milyonlarca insanın yaşam hakkı ellerinden zalimce alınmıştır.

    Halihazırda tüm dünyanın gözü önünde, İslam dünyasının burnunun ucunda insanlar sırf inançları yüzünden öldürülmekte, işkencelere maruz kalmakta, evlerinden yurtlarından edilmekte ve temel yaşam hakları hunharca ellerinden çekilip alınmakta.

    Sadece topla tüfekle değil, bazen çürük binalar yaparak, bazen trafik kurallarına uymayarak, hatta “kafasına estiği” için insanlar başkaları tarafından öldürülebiliyor.

    Peki, sadece insanların mıdır bu yaşam hakkı? Elbette hayır. Yaşadığımız gezegeni paylaştığımız hayvanlar, bitkiler ve mikroorganizmaların bile yaşam hakkı var. Yoldan geçerken umarsızca kopardığınız bir ağaç dalını kırıp yaşam faaliyetine son vermekle bir kediyi öldürmenin pek farkı yok. Ya da ormanlık alana bir inşaat yaparak ekosistemi bozarak/yok ederek burada yaşayan canlıların hakkını gasp etmekle vücudumuza aldığımız zararlı maddelerle hücreleri yok etmek de pek farklı sayılmaz.

    Gündem konusunda zorluk çekmeyen ülkemizde son günlerde konuşulan bir kanun teklifi hazırlığı var malumunuz. Bu teklifte başıboş sokak köpekleri barınaklardaki kapasite kadar belediyeler vasıtasıyla toplanacak. Toplanan köpeklerin fotoğrafları çekilecek. İnternet sitesinden “Bu sokak köpeğini sahiplenir misiniz” diye ilan yayınlayacak. Her bir köpek için 30 gün beklenecek ve 30 gün sonunda sahiplenilmeyen köpekler uyutulacak yani devlet eliyle öldürülecek. Teklifi hazırlayan iktidar temsilcileri bu canlıların yaşam finalinin “merhamet koşulları içinde, acısız, iğne kullanılan bir yöntemle” yapılacağını belirtiyor. Sonra süreç, uyutulan/öldürülen köpeklerden boşalan yerlere sokaktan toplanacak yeni köpeklerle devam edecek yani bir “ölüm döngüsü” oluşturulacak.

    Evet, çoğu yerde başıboş köpek sorunu mevcut, bu inkâr edilemez. Peki, bu sorunun çözümü bir canlının yaşam hakkını elinden almak mı olmalıydı? Bugün yarın başıboş kediler için de aynı yöntem uygulanabilir mi? Ya da kargalar için veya yerleşim yerlerine inen (daha doğrusu yaşam alanlarını talan ettiğimiz ve hareket alanı bırakmadığımız) yabani hayvanlar için?

    Biraz sonra kimliğiniz olmadığı için sizi sokakta çevirseler, 30 gün nezarethaneye koysalar, tanıdık kimseye ulaşamadığınız takdirde bu 30 gün içerisinde öldürüleceğinizi bilseniz, ne hissedersiniz?

    “Hayvan nereden bilecek öldürüleceğini” mi diyorsunuz? Öyleyse siz hiç sizden merhamet bekleyen bir köpeğin gözlerinin içine bakmamışsınız demektir.  

    *Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Devamını Oku

    Din Kültürü ve Ahlak Bilgisine Fransız Kalmak!

    Din Kültürü ve Ahlak Bilgisine Fransız Kalmak!
    3

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kale Gündem – Ülkemizde gündem ışık hızıyla değişiyor. Gündemi yapanlar o kadar hızlı ki gündemi takip eden bizlerin zihinleri üç gün önceki bir olayı “ta geçenlerde” şeklinde değerlendirebiliyor.  

    Yukarıdaki fotoğrafa ya haber bültenlerinde ya da sosyal medyada rastlamışsınızdır muhakkak. Görmeyen, bilmeyenler için kısa bir özet geçeyim.

    -Türkiye’nin Lyon Başkonsolosu Cemil Yıldırım’ın, Lyon Başpiskoposu Mgr Olivier de Germay’i ziyareti sırasında görüşme sonrası bir fotoğraf çekiliyor ve fotoğrafta (gördüğünüz üzere) Başkonsolos Yıldırım bilinçli bir şekilde Başpiskopostan bir adım önde duruyor ve işaret parmağını kaldırarak poz veriyor. Daha sonra bu poz konsolosluğun sosyal medya hesabından “Nezaket ziyaretinde bulunduğumuz Lyon Başpiskoposu Mgr Olivier de Germay’e misafirperverliği için teşekkür ediyoruz” şeklinde paylaşılıyor. Sonrasında gelen tepkiler üzerine paylaşım kaldırılıyor.

    Adabımuaşeret nedir?

    Türk Dil Kurumu kısaca “görgü kuralları” olarak açıklamış dilimize yerleşmiş bu Arapça kökenli kelimeyi.

    Şöyle günlük hayatımıza dönüp bakalım şimdi!

    Nerede karşımıza çıkıyor bu adabımuaşeret?

    Evimizde, oturduğumuz mahallede, okulda, işte, sokakta, yolculukta, sosyal medyada, derken bu liste uzar gider. Öyleyse şöyle kestirmeden bir cevap olsun.

    Adabımuaşeret her yerde, yaşamımızın her anında.

    Evet, otobüste yüksek sesle konuşmakta, market kuyruğunda sırayı bozmakta, yere tükürmekte, ihaleye fesat karıştırmakta, başkasının hakkını yemekte, oturmakta, kalkmakta, hitapta, yazı yazmakta, trafikte, misafirlikte… Her yerde, her yerde adabımuaşeret vardır. Toplum içinde en güzel en liyakatli en saygılı şekilde yaşamanın kılavuzudur adabımuaşeret.

    Peki, nerede öğrenilir bu kurallar? Okulda? Evde? İşte? Aslında hepsi ya da hiçbiri. Hatta bilirsiniz okullarımızda din ile birlikte öğretilir (öğretilmeye çalışılır desek daha doğru olur sanırım) öyle değil mi? O kadar önemlidir yani. “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi”

    Gelelim yukarıdaki görsele.

    Bu görselin kahramanı lisans öğrenimini Galatasaray Üniversitesinde, yüksek lisans öğrenimini Strazburg Robert Schuman Üniversitesinde yapmış, 2008 yılından itibaren Cumhurbaşkanlığı Dışişleri Başdanışmanlığında Daire Başkanlığı da dahil birçok ulusal ve uluslararası görevde bulunmuş bir diplomat. Yani neyi nerede, ne şekilde, nasıl yapacağını bilen bir kişi olma ihtimali çok yüksek.

    Peki gelelim “zurnanın zırt dediği” yere veya yüz puanlık soruya!

    Bu insanı, basit bir komşu ziyaretinde bile yapılmaması gereken ve en alt toplum normlarında dahi hoş karşılanması mümkün olmayan bu yeni yetme tarzı hareketi yaptıran dürtüye… Sizce ne olabilir?

    Cevap?

    *Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Devamını Oku

    Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço

    Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço
    3

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kale Gündem – Aranjör, şarkıcı, besteci, söz yazarı, televizyon programı yapımcısı, sunucu, köşe yazarı, kültür elçisi, devlet sanatçısı… İsminin önüne daha birçok “ünvan” eklenebilecek çok yönlü bir insan. Giyimi, davranışları, yaşamı, şarkıları, filmleriyle Anadolu kültüründen beslenen bir İstanbul beyefendisi. Taraflı tarafsız herkesin sevdiği, saygı gösterdiği bir günümüz Evliya Çelebisi. Savaşlardan yılmış, yorulmuş halkın bir temennisi olarak ilk kez Barış ismi verilmiş bir bebek. Hiç görmediği “Tosun Yusuf” lakaplı amcasına saygı amacıyla koyulmuş uzunca bir isimle kayıtlara geçerek başlayan bir yaşam onunki; Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço’nun yaşamı!

    Zeki Müren’e hocalık yapmış sanatçı bir anne ile İstanbul’un fethinden sonra Konya’dan Selanik’e göç ettirilen has be has Yörük bir babanın dört çocuğundan biri. Üsküdar, Kadıköy ve Cihangir ile biraz da Ankara’da geçen bir çocukluk dönemi ve sonrasında Galatasaray Lisesi ile başlayan hem eğitim hem müzik hayatı. Sonrası yurt dışında üniversiteyle birlikte amatörden profesyonel hayata geçerek artık mesleğim dediği müzisyenlik. Devamı birçoğumuzca malum sanatla iç içe bir hayat…

    Bugün 1 Şubat yani bu çok yönlü insanın aramızdan ayrılışının 25. yılı. Hâlbuki parmaklarındaki, her biri farklı anlam taşıyan yüzükleri, askerde mecburi olarak kestirmesi dışında omuzlarına dökülen saçları, hızlı ve heyecanlı konuşması ile zihinlerimize yer etmiş bir çağdaş Anadolu ozanı aslında. Hatta âşıklık geleneğinin çağdaş bir temsilcisidir o. Şarkılarında halk kültüründen, sanatından, edebiyatından bolca faydalanmıştır. Bununla da yetinmeyip “Domates Biber Patlıcan” diyerek günlük hayata, “Ayı” şarkısıyla şehir magandalığına, “Arkadaşım Eşek” ile çocukların hayvan sevgisi kazanmasına, “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” ile unutulmuş  yardımsever insanların tanınmasına, “Can Bedenden Çıkmayınca” ve “Ölüm Allah’ın Emri” ile dünyanın faniliğine, “Dağlar Dağlar” ile Anadolu insanının safiyane sevgisine, “Hey Koca Topçu” ile tarihi köklere ve milli duygulara, “Ali Yazar Veli Bozar” ile bürokrasinin çarklarına, “Halil İbrahim Sofrası” ile tüm dünya insanının kardeşliğine; kısaca hem söylediği, bestelediği şarkılarla hem çektiği kliplerle hem de yaptığı programlarla ülkemize kendi alanında yeni ufuklar kazandıran, adeta Horasan harcı gibi kendi doğallığıyla toplumda sağlam birleştirici olan tam bir sanatçı, Barış Manço.

    Kim unutabilir ki binlerce Japon seyircinin önünde oradan oraya koşturup sahnede devleşerek, sakinlikleriyle bildiğimiz Japonlar’ı -hatta başbakanını bile- çılgınca şarkılara eşlik ettirdiğini? Kim unutabilir, teni siyah olsa da kalbi saf altından daha parlak olan zayıf Afrikalı çocuğu havalara atıp sevgisini göstermesini? Peki, ekvator çizgisinin bir o yanına bir bu yanına geçip saman çöpüyle bize Coriolis etkisini (suyun saat yönünde veya saat yönünün tersine dönmesi) göstermesini kim unutabilir?

    TRT’nin tek kanal olduğu dönemde yaptığı “çocuk ve aileye yönelik eğitici ve eğlendirici bir dünya belgeseli” olarak bilinen “7’den 77’ye” programıyla dünyanın dört bir tarafını Evliya Çelebi gibi gezdi ve belki birçoğumuzun ilk kez gördüğü yerleri, insanları, yaşayışları ekranlardan evimize taşıdı. Etkisi hâlen devam eden “Adam Olacak Çocuk” programıyla herkese 10 puan dağıtırken verdiği mutluluğu kim verebilmiş ekrandan şimdiye kadar? Sadece çocuklara mı? Hayır! Yaş alan dedelerimize, ninelerimize de hitap ederek “İkinci Kahvaltı” programıyla pazar günleri herkesi televizyon başına topladı.

    Herhâlde şarkılarının Arapça, Bulgarca, Felemenkçe, Almanca, Fransızca, İbranice,  İngilizce, Japonca ve Yunanca olarak söylendiği tek sanatçıdır, Barış Manço. 

    Usta sanatçıyla ilgili elbette yazacak çok şey, anlatılacak çok anı, çekilecek birçok program var. Bunca yıldır yaşananları bir köşe yazısına sığdırmak imkânsız. Hatıraları, program bitiminde söylediği “Barış Manço Moda 81300 İstanbul”da, fani bedeni ise ebedi yolculuğunun geçiş kapısı olan Kanlıca’daki Mihrimah Sultan Mezarlığı’nda bulunan Barış Manço’yu andığımız bu yazıyı, kendisine bir röportajda sorulan “Bu kadar hayat dolu olmanıza rağmen şarkılarınız neden hep ölüm içeriyor?” sorusuna verdiği cevapla bitirelim.

    “Ölüm, yaşam uykusundan uyanmaktır.”

    Öyleyse ruhun şad olsun büyük ozan!

    Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Devamını Oku

    Delilerine Sahip Çıkan Malatya

    Delilerine Sahip Çıkan Malatya
    2

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    19 Nisan 2020 tarihinde ülkemizin milli ve resmi haber ajansı Anadolu Ajansı, abonelerine şöyle bir haber geçti.

    Kale Gündem – “Malatya’da akli dengesi yerinde olmayan, araba zannettiği sopasıyla gezen ve Mercedes Kadir olarak tanınan Fatih Kaydı hayatını kaybetti.”
    Ardından şehrin en büyük mülki amiri olan Vali Bey açıklama yaptı. “Malatyamızda kişiliğiyle sembol olmuş, Mercedes Kadir adıyla müsemma Fatih Kaydı kardeşimizin vefatı hepimizi üzmüştür. Kendisine Cenabıhak’tan rahmet diliyorum.”

    Hemen sonra şehrin Belediye Başkanı “Malatyamızın sevilen simalarından Fatih Kaydı’nın (Mercedes Kadir) vefat haberini üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayım. Kadirimize Allah’tan rahmet, ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum,” diye yazdı sosyal medya hesabından. Bitti mi, hayır! Şehri temsil eden milletvekilleri, spor kulübü başkanları da taziye yayınladılar hem de fotoğraflısından…

    “Yarı kalıcı, ağır zihinsel bozukluktur,” şeklinde tanımlanır delilik. Buna yol açan sebepler arasında çocukken geçirilen fiziksel yaralanmalar bulunacağı gibi, doğuştan ya da sonradan yaşanmış ağır depresyonlu hayat neticesinde zihnin kontrolden çıkması olarak da özetlenebilir. Bir de romantik delilik var ki –Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha gibi- bu bahsi başka bir zamana bırakıp konumuza devam edelim.

    Kovrin’i tanır mısınız?
    Tanımıyor musunuz?

    Evet, ben de tanımazdım. Ta ki Çehov onu rüyasında görüp karakter olarak kâğıda dökene dek… Sonra tanıştık. Kendisi bir felsefe hocasıymış. Eşi Tanya’yı da sağlam seviyormuş hani. Ama ilgilendiği bilim onu bulutların üstüne doğru çıkartmaya başlayıp da Kovrin’de kuruntular içinde kendini bir dâhi hatta Tanrı’nın seçilmiş kullarından biri olduğuna inanmaya başlayınca işler değişmiş. En sonunda “deli olmasına izin verildiği sürece mutlu olan bir adam” ortaya çıkmış. “Dâhilikten deliliğe terfi!” mantığıyla ilerleyen bu öykü için aslında Çehov “tıbbi bir öykü” demiş. Tıp? Delilik? Bilim ve dâhilik?

    Haydi dönelim soğuk Rus bozkırlarından insanı da iklimi de sıcak Malatyamıza. Anadolu topraklarında her köyün, kasabanın ya da mahallenin mutlaka bir delisi vardır. Bazen halk olarak biz onları bu makama layık görürüz bazen de onlar öyle görünmek isterler. Kıyafetleri, konuşmaları, hareketleri ve kendine has eşyalarıyla toplumdaki normal(!) insanlar arasından hemen fark edilirler. Malatya’da da bu çerçevede ele alındıklarında toplum içinde bilmeyenler tarafından hakir, çoğunluk tarafından ise neşe, sevgi ve belki de kutsal bir figür olarak kabul edilirler. Kutsallığı biraz da “Kimin veli kimin deli olduğunu Allah bilir” inancı doğrultusunda şekillenmiş olan bu kişilerin duasını almak ve hatırını kırmamak için Malatya halkı onları gözetmiş ve kollamıştır.

    Kimler yok ki bu şekilde sevilen ve saygı duyulan: Şorikli Yaşar, Deli Yusuf, Gız Mahmut, İzzo, Haceli, Faro, Deli Gaffar, Deli Ahmet, Mamulo, Onyedili Zülküf Dayı, Mustafa Dayı, Leylek Ana, Adliye Bekir, Mısto, Niro, Bese, Azet Bacı ve Mercedes Kadir.

    Bu isimler, Malatya halkı tarafından kesinlikle dışlanmamış, horlanmamış tam tersine varlığından memnuniyet duyulan kişiler olmuş. Bazen onları konuşturarak gizemleri hakkında bilgi alınmak istenmiş bazen verilen sadakalarla işlerinin hayırlı olması için dua beklenmiş bazen de kendi dertlerini dinleyecek akıllı(!) kimseler yerine bu kişiler tercih edilmiş. Farklı zaman ve yerlerde yaşamış bu kişiler korunmuş, kollanmış ve adeta Malatya’nın simgesi haline gelmişler.

    Bu kişilerin en ünlüsü ise yazımızın girişinde taziyeler ile bahsettiğimiz Mercedes Kadir. Sosyal meydanın da gücüyle sadece Malatya’da değil tüm ülke sathında üne kavuşan bu kişiyi Malatyalılar çok seviyor. Yine yukarıda Anadolu Ajansı muhabirinin “Araba zannettiği sopasıyla gezen” olarak nitelendirdiği Kadir’in –ki bence zannetmiyor bilakis biliyor ve yaşıyordu- yaşanmış yüzlerce hikâyesinden birine misafir olalım.

    <<Kadir, gece yarısı komşularından birinin zilini peş peşe çalar. Uykulu halde ne olduğundan habersiz bir hışımla balkona çıkan komşu Kadir’i görünce bir an duraksar ve “Gecenin bu saatinde hayırdır?” diye sorar.

    “Metin abi, arabanı yola park etmişsin, geçemiyim,” cevabını alan komşu, “Kadir, bak kenarda yer var, oradan geç,” der.

    Kadir’in cevabı ise şöyle olur:

    “Yok abi, geçemem, arabana çayparım…”>>

    İşte gecenin o saatinde uyandırıldığında hışmı Kadir’i görünce geçene mi yoksa başkasının malına zarar vermeme inceliğini gösteren deli/dâhi/veliye mi gönlümüz kaysın?

    Gelin bir de işin perde arkasından haber verenlere bakalım. Leylek Ana ile görüşmesinden rahatsız olan Deli Hüseyin’in eşi, “Sen benden habersiz nerelere gidersin, yoksa Deli Leylek’le münasebetin mi var?” der. Hüseyin dede “Hanım, günahıma girme, bir sırrım var, söyleyemem. Eğer söylersem yola ihanet etmiş olurum ve yaşayamam. Ben seni aldatmadım, aldatmam da. Gel bu hırsından vazgeç!” der.
    Fakat eşi aynı üstelemeleri diğer günlerde de devam ettirir ve Hüseyin dedeyi sürekli sorgular. “Yağmur da yağsa kar da yağsa elbiselerin hep kupkuru. Belli ki uzaklara gitmiyorsun. Sen Deli Leylek’i kendine dost mu tuttun?” der yine bir gün. Deli Hüseyin, eşinin ısrarlarına dayanamaz ve “Biz Deli Leylek’le her cuma akşamı Adıyaman’a, Ebu Zer el-Gıfari’ye –ki bu zat 652 yılında vefat etmiştir- gidiyoruz ve onun yaralarına derman çalıyoruz,” der. “Bu ikimizin sırrıydı ve sırrı ortaya çıkarmak vermektir,” diye de yakınır. “Ben üç gün sonra vefat edeceğim ve benden üç gün sonra da Deli Leylek vefat edecek, onu yakınıma defnedin,” diye de vasiyette bulunur. Gerçekten de söyledikleri bir bir çıkar.

    Bir de Niro (Nurettin) vardır ki bu zat 1998 yılında vefat ettiğinde evindeki bütün halılar üzerine kapatılmış bir şekilde ölü bulunmuş. Mahalleli onun cinler tarafından boğularak öldürüldüğüne inanır. Daha yaşarken Malatya Kent Müzesine balmumumdan heykeli dikileninden öldükten sonra mezarı türbe yapılanına kadar birçok delisine(!) sahip çıkan bir millet elbette akıllısına da dirisine de sahip çıkacaktır diyerek yazımızı bir menkıbeyle bitirmiş olalım.

    <<Habib Baba, 4. Murad Devri’nde yaşamış, kimsenin bilmediği Allah dostlarındandır. Yaşlıdır ve fakirdir. Kervanla bir yolculuk dönüşü, ruhu gibi bedenini de keseleyip temizlemek ister ve hamama gider.

    Hamamcı, “Olmaz! Bugün, Sultan Murad’ın vezirleri hamamı kapattılar, dışarıdan kimseyi alamam!” der.
    Habib Baba, “Ne olursun, camiye bu hâlimle giremem, seferden geldim, temiz olarak ibadet edeyim!” diye rica eder.
    İnsaflı olan hamamcı, “Peki, şu son odada hızlıca yıkan ve hemen çık, para da istemem, sakın vezirlerin senden haberleri olmasın!” diye uyarır.

    Habib Baba hamama girip yıkanmaya dursun, ardından heybetli fakat fakir görünümlü biri daha gelir. 4. Murad kendisinden habersiz, vezirlerinin topluca hamam âlemi yapacaklarının haberini almıştır. “Bakalım vezirlerim nasıl eğlenir, neler yaparlar?” diye teftişe tebdil-i kıyafetle gelmiştir. 4. Murad’a hamamcı, “Olmaz, Sultan’ın vezirleri hamamı tuttular, veremem…” der.

    Tebdil-i kıyafet içinde olan 4. Murad ısrar eder ve hamamcı onun da ısrarlarına dayanamaz, “Al peştemali, şu son odada yaşlı bir adam var, git onun yanında sen de yıkan, aman ha, vezirler sizden haberdar olmasın!” diyerek onu da odaya gönderir.

    4. Murad içeri süzülür ve Habib Baba ile sohbete başlarlar.
    Habib Baba, “Evlâdım, sırtın fazlaca kirlenmiş gibime geliyor, müsaade edersen keseleyivereyim!” diye bir teklifte bulunur.
    Şaşıran Sultan Murad, bu tekliften de hoşlanır. Zira ömründe ilk kez birisi padişah olduğunu bilmeden ve bir beklentiye girmeden yardım teklifinde bulunmuştur. Teklifi kabul eder. Sonunda kuru bir teşekkürle karşılık vermek istemez. “Baba, gel ben de senin sırtını keseleyeyim de ödeşmiş olalım!” der, keselemeye başlar.

    Bu sıralarda def, dümbelek, eğlence gırla gidiyor, hamamın diğer kısmı çın çın çınlıyordur! Sultan Murad keselemeye devam eder, bir taraftan da halkın düşüncesini öğrenmek için söylenir, “Baba, görüyor musun şu dünyanın halini? Şimdi Sultan Murad’a vezir olmak varmış! Adamlar def, dümbelek hamamı inletiyorlar. Biz burada kaçaklar gibi…” der demez, Habib Baba, “Be evlâdım, Sultan Murad dediğin kimdir? Sen, asıl Âlemlerin Sultanı’na kendini sevdirmeye bak ki onun sevgisini kazanınca sırtını Sultan Murad’a bile keselettirir!”>>
    Kim bilir, koca koca milletvekillerine, valilere, belediye başkanlarına taziye yayınlattıranlar belki de zamanımızın Habib Babalarıdır. Ne dersiniz?

    Bu köşe yazısında yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

    Aydemir Gültekin

    Devamını Oku

    Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.