34,9525$% 0.17
36,7090€% 0.24
44,2520£% -0.01
2.995,74%-0,34
4.911,00%-0,46
3509204฿%0.07751
Eylül aynın son günleriydi. Yakın çalışma arkadaşım İbrahim ile birlikte, Szeged şehrindeki bir iş toplantısı için 07.00’de Türk Hava Yolları uçağıyla İstanbul’dan Budapeşte’ye hareket ediyoruz. Hakkında birçok şey okuduğum Budapeşte şehrini özellikle de ünlü Macar Şair Sandor Petöfi’nin “özgürlük ve sevmek, bu ikisi gerek bana! Aşkım için yaşamım feda olsun, özgürlük uğruna aşkım!” dizeleriyle hatırlıyorum. Ve tabii ki diğer şairler, Endre Ady, Atilla Jozsef’in dizelerinde… Son kontrol noktasını geçerken, içimden şiir mırıldanıyorum. Şiir şehir Budapeşte’ye gidiyor olmanın heyecanıyla belki, hafızam tazeleniyor ve şiir gün yüzüne çıkıyor.
Bir buçuk saatlik bir uçak yolculuğunun ardından, Budapeşte havalimanına iniyoruz. Sempatik Macar bayan görevlinin pasaportumuzu kontrolü ve sonrasında gülümseyerek “Macaristan’a hoş geldiniz” demesi ile kapıdan çıkış yapmamız bir oluyor. Sonra valizlerimizi beklerken, ayaküstü Bursa’dan ve Balıkesir’den gelen canlı hayvan ithalatçısı iş adamlarımızla sohbet ediyoruz. Anlıyoruz ki tarım ve hayvancılık konusunda yoğun bir ticaretimiz varmış Szeged’den tutunda Slovenya’ya ve Romanya’ya kadar. Ve iş adamlarımızın çiftlikleri varmış. İnsanımızın girişimci ruhu ile bir kez daha gurur duydum.
İbrahim, çantaları aldıktan sonra, HUF almak için acele ediyor. HUF, Macarların para birimi! Aynı zamanda Macar forinti de deniyor. İbrahim, pratik Macarcasıyla bu sorunumuzu anında çözüyor. Malum, Macarlar İngilizce’den daha ziyade Almanca konuşuyorlarmış. Artık rahatız!
Şehre gitmek üzere Ferenc Liszt havaalanından taksiyle yola çıkıyoruz. Yaklaşık 30 kilometrelik bir yoldan bahsediyorum. Yolda, İbrahim ile kalacağımız yeri konuşurken, Türklerin yoğun olarak konakladığı Studio Senn otelinde kalmayı kararlaştırıyoruz. Fakat haritaya baktığımızda buranın biraz şehrin dışında kaldığını görüyoruz. Yolda booking’ten merkeze yakın ya da merkezdeki otelleri tararken, karşımıza Madisson Apart Hotel çıkıyor. İşi şansa bırakmadan, yolda rezervasyon yaparken, trafiği sakin, yemyeşil yollardan şehre doğru uzanıyoruz. Şoförümüz Tibor, eski Doğu Alman filmlerindeki yoldaşlara benziyor. Çok eski zamanlarda lise dönemlerinde İstanbul’da Budapeşte’nin sesi radyosunu dinlediğimi, halen yayındaysa o kanalı dinlemek istediğimi söylüyorum. İbrahim’in şaşkın bakışları arasında, Tibor, radyo frekansını ayarlıyor. Macar aksanlı İngilizcesiyle, “İşte Budapeşte radyosu!” diyor.
Bu arada yol uzun malum… Bize de konu lazım. Ben, Budapeşte’nin sesi radyosuyla olan hikâyemi, Tibor ve İbrahim’i sohbete ortak ederek anlatmaya başlıyorum. Türkiye’de arabeskin yasaklı olduğu yıllarda, ben ilk defa Budapeşte’nin Sesi Radyosu’ndan, İbrahim Tatlıses’i, Ferdi Tayfur’u, Orhan Gencebay’ı nasıl dinlediğimi anlatıyorum. Tibor da İbrahim de hayretle dinliyor. Hatta o yıllarda, istek bile yaptığımızı söylüyorum. Her ikisi de şaşkınlıkla dinliyor hikâyemi… İbrahim bakışlarıyla konuşuyor, Tibor bakışlarıyla susuyor… Üç kişilik yolculuk, giderek sevimli ve eğlenceli bir hale dönüşerek, devam ediyor. Temiz ve geniş caddelerin arasından, tarihi binaları seyrederek yavaş yavaş süzülüyoruz şehre… Havaalanında yanımıza aldığımız şehir haritası yetişiyor imdada, gördüklerimizin ne olduğunu, kiliseleri, tarihi binaları işaretliyor, merakla tanımaya çalışıyoruz.
Tibor, bizi otelin önüne kadar getiriyor. Uzun, geniş ve temiz Habsburg mimarisi yapıların arasındaki otelimize ulaşıyoruz. Resepsiyondaki, şişe dibi gözlüklü görevli, odamızın saat üçte hazır olacağını söyleyince, bunu bir işaret olarak algılayıp, Budapeşte’nin sokaklarına, caddelerine dalıyoruz. Elimizdeki haritadan bir güzergâh tayin ederek, günün sonuna kadar gezmeyi kararlaştırıyoruz.
İlk olarak tarihi opera binasını görüyoruz. Mimarisi muhteşem! Çok etkileyici bu binanın, rüya gibi fuayesinden, saray gibi koridorlarından geçiyoruz. Sahneye yaklaşmak üzereyken, grup halinde belirli zamanlarda ancak gezilebildiğini öğreniyoruz. Fazla zamanımız olmadığından, bu güzel binanın içini gezerek, ayrılıyoruz. Budapeşte’de şehir ulaşımı genelde tramvay ile yapılıyor. Şehirde ilk tramvay hattı, 1949’da Stalin’in 70. yaş gününde açılmış. Bu yüzden, sayısı 30 olan tramvay hatlarının numaraları 70 ile başlıyormuş.
Cadde üzerinde iki resim sergisini ziyaret ediyoruz. Bulgar bir ressamın natürmort ağırlıklı resimlerine bakıyoruz. Sonra daha ziyade kilise temalı resimler, fresk ve heykeller ve aziz portrelerinin çalışıldığı diğer sergiye uğruyoruz. Ve Andressy Caddesi! Burası insanın yürürken yorulmaktan ziyade dinlendiği bir yer… Büyük meydana doğru, kendimizi caddenin akışına, ritmine bırakıyoruz. Meydan’a yaklaşınca, sağda St. Stephen’s Basillica’sını görüyoruz. Bunun üzerine İbrahim’le göz geze geldiğimizi ve yönümüzü değiştirdiğimizi hatırlıyorum.
96 metrelik yüksekliği ve bir asansör olmakla birlikte geleneksel yöntemle 364 merdivenle çıkılan bir kubbesi var bacaklarınıza güveniyorsanız ve azimli bir gezginseniz oradan panoramik görüntüyü seyredebilirsiniz, 90 metre yükseklikten Peşte’yi ve Buda’yı eşsiz görkemiyle izlemenin keyfine varacaksınız, mutlaka denemenizi öneririm. 1851 yılında inşaatı başlayan katedral, 50 yıl sonra önemli mimarları Miklós Ybl, József Hild, József Kauser tarafından tamamlanabilmiş. Kilise, 1905 yılında İmparator Frans Joseph tarafından açılmış. Bu kilisenin bir özelliği de, 10 tonluk ülkenin en büyük çanının burada olmasıymış. İç tasarımı neo-rönesans üslubunda yapılmış, Szent Istvan meydanındaki bu muhteşem katedralin süslemeleri, kubbesi, vitrayları, freskleri gerçekten inanılmaz bir görkeme sahip…
Meydan, Sultanahmet Meydanı’nın turistlerle buluşması gibi yoğun günlerinden birini yaşıyor. İbrahim’le bir rota çiziyoruz. Yürüyerek parlamento binasına gitmeyi, Peşteden Tuna’yı geçip Buda’ya Margret Köprüsü’nden geçmek istiyoruz. Tuna Nehri kıyısı boyunca tur tekneleri, restoran tekneler demirlemiş.
Parlamento Binası, Budapeşte siluetinin en önemli mihenk taşıdır desek, yanlış olmaz. Panoramik Tuna siluetinde önemli bir yer tutuyor. Çünkü Tuna’nın zarifçe kıvrıldığı bir dönemeçte beyaz, görkemli anıt yapı sizi olanca zarafeti ile karşılıyor. Sağımızda Margret Köprüsü, yanında Tuna’nın ve Budapeşte’nin incisi Margret adası, tarifi imkansız seyir güzellikleri sunuyor.
1884 yılında başlayıp 1902 de tamamlanan Neo-gotik üslubun muhteşem mimarisiyle inşa edilmiş 27 giriş kapısı, 691 oda, 10 salona sahip, içindeki merdivenlerin birbirine eklendiğinde neredeyse 20 km’ye ulaştığı toplam alanı 18 bin metrekareyi bulan parlamento binasında 40 milyon tuğla ve iç dizaynında 233 heykel ve tamı tamına 40 ton altın kullanıldığını öğreniyoruz. Milli meclis salonu ve kubbeli salon hakikaten görülmeye değer. Hayret makamında soluksuzca geziyoruz, ilginçtir bu binanın yüksekliği de bazilikada olduğu gibi 96 metre, sanırım bir sekliyle şehir siluetinde bir standart getirilmiş olmalı diye düşünmeden edemiyorum.
Yapımına altmışların başında başlanan Tuna nehrinin gerdanlıklarından biri olan Margret Köprüsü, 1876 yılında yapılmış. Üzerinde yürürken Margret adasının doğal güzelliklerini de görmeniz mümkün. Köprünün 638 metre uzunluğunu adımlayarak Buda kısmına ulaşıyoruz. Elimizdeki haritaya göre tarihimizin önemli karakterlerinden Gül Baba Türbesine yakın olduğumuzu fark ediyoruz. Török Utca caddesine giriyoruz, heyecanla adımlarımız birden hızlanıyor türbeye vardığımızda biraz duygulanıp iç çekiyoruz. 1541 yılında burada şehit düşen Gülbaba’nın cenazesini rivayetlere göre Kanuni Sultan Süleyman beraberinde 200 bin kişi ile kıldı. Biz de bu gönül mimarı Gülbaba ve şehitlerimizin ruhuna bir Fatiha gönderip kaleye doğru yolumuzu sürdürüyoruz. Bu arda unutmadan, bu güzel türbenin bir maketinin de İstanbul’da Minyatür Park açık hava müzemizde olduğunu söylemeliyim.
Tuna nehrini solumuza alıp Budin kalesine çıkmak üzere füniküler yönüne doğru yürürken Kacsa Utca caddesindeyiz. Açlığımızı yatıştıracak bir şeyler yemek istiyoruz, birkaç küçük restoranı es geçip Mandragora restoranda karar kılıyoruz. Macarlar her zaman mutfaklarıyla gurur duyarmış, biz de bu gurur verici mutfağın lezzetlerini denemek için bayağı bir iştahlıyız. Mandragora’nin güzel bir bahçesi var, cennetten bir köşe sanki… Buda bölgesine saklamışlarda biz keşfetmişiz gibi oldu. Adeta büyülendik, harika bir mekan. Şef bize başlangıçta karaciğer öneriyor lakin biz meşhur paprika aromalı yemeklerinden tavuk, balık dışında en bilinen yemeği “dana gulaş”ı deniyoruz. Paprika tadı başlarda bize farklı gelse de baharatlı gulaşı seviyoruz. Bir nevi et ve sebze ağırlıklı sulu yemek, çok da lezzetli… Mekan sıra dışı, farklı bir atmosferi var. Üstelik servisteki nezaket dikkatlerden kaçmıyor. Fırsatı olanların uğrayıp farkı fark edeceği bir yer tavsiye ederiz.
Vakit ikindiyi geçiyordu. Güzel bir yemeğin ardından biraz da dinlenmiş olsak da kaleye yürüyerek çıkmayı göze alamıyoruz. Teleferik kabinli füniküler için bekleyen yoğun bir turist grubu var. Beklemek kuyruğun azalmasına sebep olur mu acaba diyerek ‘city tour’ satışı yapan gençlerle sohbete koyuluyoruz. Elektrikli golf araçları ile çıkabileceğimizi söylüyorlar lakin fiyat hoşumuza gitmiyor. Beklerken zincirli köprüden gelen turistlerle kuyruğun azalma ihtimalinin giderek imkansızlaşmasıyla yüzleşirken cesaretimizi toplayıp bilet için sıraya giriyoruz. Bir zaman sonra kendisi de bir tarihi eser olan 1870 yılına ait füniküler ile aslanlı köprü üzerinden peşte manzarasını seyrederek 4 dakika da kaleye çıkıyoruz.
Budin kalesine çıktığımızda manzara bizi büyülüyor. Budapeşte panoraması muhteşem, karşımızda zincirli köprüden bazilikaya sol tarafımızda parlamento binası Peşte’nin tamamı alabildiğine sınırsız bir görkemi gözlerinizin önüne seriyor.
Gotik ve Barok mimarinin muhteşem yapılarını burada görmek, heykellerin tarihsel olaylara göre güç ve iktidarı temsil ettiği anıtsal yapılarla dolu bu kale… Budapeşte’yi gezmek isteyenlerin mutlaka görmeleri gereken yerlerin başında gelir. Bir dönem Osmanlı’nın Budin’i yönettiği merkez de olan Kale tarihi 13.yüzyıl Moğol istilası sonrasından başlayıp 1260’tan sonra Macar krallarının hem ülkeyi yönetip hem ikamet ettikleri yer olmuş.
Defalarca parmağımız deklanşöre basıyor, ardından zamanımızın darlığını hatırlayıp hızla Aziz Matthias kilisesine yöneliyoruz. İlk kez bir kilisenin ücretli olduğunu burada görmek beni şaşırtıyor. Bu yönüyle müze kilise olma özelliği taşıyor olmalı diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Matthias Habsburg krallarının taç giydikleri 700 yıllık bir 13.yüzyıl anıtsal yapı. Osmanlı zamanında camiye çevrilmiş olan kilise çatısında kullanılan Zsolnay seramikleri ile de biliniyormuş. Birkaç defa restorasyon geçirmiş olan kilisenin freskleri inanılmaz güzellikte… Ayrıca Macarlar için bir özelliği de yerli ve yabancı sanatçıların burada Pazar akşamları konser veriyor olduklarını anlatılanlardan öğreniyoruz.
Halászbástya balıkçılar tabyası ikinci gezi noktamız… Tarihi 115 yıllık bir geçmişe sahip olsa da en güzel peşte manzarasının izlendiği yerlerden birisi de bu tabya… 7 Macar kabilesini temsilen 7 kulenin yapıldığı bu tabyaya balıkçılar tabyası denmesinin nedeni ortaçağ Budapeşte’sinde anlatılanlara bakılırsa yakındaki balık pazarında çalışanların savunma esnasında burada çok fazla fedakarlıklarda bulunmuş olmasındanmış… Sonrasında, doğruca kraliyet sarayına yürüyoruz, önünde durduğumuz heykel Peşte’ye bakıyor atının ayaklarına doğru yalvaran Osmanlı askerleri yapılmış olması dikkatimizden kaçmıyor.
Budapeşte Tarih Müzesi’ndeyiz… Eskiden kraliyet sarayı olarak kullanılan bu mekana en alt kattan giriş yapıyoruz. Tarih öncesi Budapeşte, arkeolojik dönemler, buda kalesi orta çağ kraliyet sarayı, buda kraliyet sarayı gotik heykeller gibi kalıcı sergilerin yer aldığı koleksiyonları müzeci gözüyle inceleme fırsatı bulduk. Yer yer müze içerisinde ziyaretçilerin deneyimsel tematik puzzle çalışmaları yaptıklarını görmek ilgimizi çekti. Çünkü ziyaretçiyi müze içinde belli bir temayı esas alan bir konu üzerinde yoğunlaştırmak müzecilik adına fark oluşturmuş, bunu gözlemliyoruz. Arkeolojik eserlerin sergilendiği hall de çok eski bir şapel de mevcut. Katları birer birer gezerek çıkıyoruz orta çağ dönemlerine ait seksiyonlar, Osmanlı dönemi ve Macar krallıkları dönemi eserleri, etnografya bölümleri ve müze içerisinde bir de koruma uygulama çalışmalarının yapıldığı restorasyon ve konservasyon merkezini de gezerek kraliyet sarayını terk edip ana kapıdan orta avluya çıkıyoruz. Avcılar çeşmesi önüne gelip resim çekiyoruz. Sonra sarayın ön kısmına uzun tünel koridordan geçerek ana hall daki “modigliani” resim sergisini gezmek istiyoruz. Lakin neredeyse yaklaşık otuz Euro civarı olduğunu duyunca giriş ücretinin ülkemizdeki müze ve ören yerlerine göre ne kadar yüksek olduğunu düşünüyoruz. En küçük müze ve ziyaret yeri 10 euro 15 euro… Gün batımına doğru kaleden Budapeşte manzaraları alıp fünikülerle iniyoruz.
Osmanlı mezarlarının olduğu kısma inemedik lakin orada Macarların Osmanlı Budin valisi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa hakkında şöyle yazdıklarını okumuştum “145 yıllık Türk Egemenliğinin son Budin Valisi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa bu yerin yakınında 1686 eylül ayının ikinci günü öğleden sonra yaşamının 70.yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı. Rahat Uyusun” ruhuna bir Fatiha okuyoruz, yakından… Ve sonra Nazlı Budin türküsünü hatırlıyorum…. Cephane tutuştu, aklımız şaştı, Selatin camiler yandı tutuştu. Hep sabi supyanlar ateşe düştü. Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i…
Budapeşte’nin sembollerinden Tuna’nın asıl gerdanlığı olan zincirli köprüden geçerken testere ile müzik yapan bir sokak sanatçısı köprüde resital veriyor. Biraz durup dinliyoruz, sonra resim çekmek istediğimi fark edince para istiyor, meğer geçimini çaldıklarını dinleyenlerden aldığı bahşişlerden değil resmini çekenlerden sağlıyormuş. Lakin bizde o göz yok, işaret etmesine rağmen yürüyüp gidiyoruz. Peşte tarafına geçip hotelimize ulaşacağız… Aslanlı köprü de denilen bu meşhur köprünün anlatılan ilginç de bir hikâyesi var, ona da değinmeden geçmeyelim. Köprünün iddialı mimarı, köprüde herhangi bir eksiklik bulan olursa kendisini öldüreceğini söylemiş.
Bunun üzerine küçük bir kız çocuğunun köprü girişindeki aslanlardan birinin dili olmadığını fark etmesi üzerine mimarın kendini Tuna’ya atıp intihar ettiği söylencesi yaygın bir şehir efsaneleşmiş… Akşamın rengi hafif hafif Avrupa’nın en iyi aydınlatılan 3’üncü şehrini ışıtmaya başlıyorken, Jozsef Atilla caddesinden geçerek büyük Andressy caddesine ulaşıyoruz. Akşamın sadeliğinde uzun geniş Andresy caddesinde yürüyüp, Budapeşte opera binasından karşı sokağa giriyoruz. Sokağın sonuna vardığımızda sabah bıraktığımız Madisson hotel orada bizi bekliyor. Sokağın sonunda kafelerin loş ışıkları altında Macarlar akşam yemeğinde. Odamıza çıkıp eğreti yerleşiyoruz. Birazdan çıkıp bir akşam yemeği için Andressi’den aşağı doğru gelirken gördüğümüz Török Kebap restoranında bir şeyler yiyeceğiz. Akşam bayağı serin geliyor bize, 10 dakika yürüyüp Türk restoranına ulaşıyoruz. Yiyecek olarak sadece tavuk döner alternatifimiz olduğunu görünce itiraz etmiyor, yiyoruz. Adıyamanlı Emre abiyle sohbet edip ardından çay ikramı ile de ağırlanıyoruz. Müsaade alıp hotelimize dönüyoruz. Gece bütün gün yürümenin verdiği yorgunlukla çabucak geçiveriyor, bir bakıyoruz sabah olmuş… Bu defa hotelimizin alt caddesinde tarife göre bir diğer Türk lokantası Antalya Kebap’a sabah çorbası için uğruyoruz ve Szeged şehrine gitmek üzere varmış gidip bir çorba içip Szeged şehrine gitmek üzere Budapeşte’ye veda ediyoruz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
2023 risk mi?
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.