34,1431$% -0.17
37,7891€% -0.13
44,8534£% -1.23
2.909,37%-0,47
4.974,00%-0,77
2051460฿%-2.20958
Kale Gündem – Yönetmen ve oyuncu Gani Rüzgar Şavata, kendi yazıp yönettiği ve çoğunda başrol oynadığı filmlerle tanınıyor. Bu röportajla, Şavata’nın sinema yolculuğunu, ilham kaynaklarını ve gelecekteki projelerini daha yakından tanıma fırsatı bulacağız.
Gani Bey, röportajımıza alışılmışın dışında bir soru sorarak başlamak istiyorum. İsminizin bir hikâyesi olacağını düşünüyorum, isminizin bir hikâyesi var mı?
Gani Şavata kendi ismim zaten. Rüzgar’a gelince; 1992 yılında sinemaya adım attığımda Yılmaz Güney’in siyah beyaz bir filmini çekiyorlardı. Hatırladığım kadarıyla çekimleri Silivri’de bir camide yapıyorduk. Namaz sahnesi vardı, adam tek başına tövbekâr olmak istiyor. Allah’a dua ediyorum o sahnede. O esnada bir fırtına kopuyor, tabii cami denize yakın bir yerdeydi. Caminin penceresi açıldı ve çerçeve ile beraber cam aşağıya indi. Bu ara tabii ara verdik. Görüntü yönetmenimiz Şener Işık vardı rahmetli. Kendisi bu olaydan sonra “Gel senin adını değiştirelim, Rüzgar Şavata yapalım” dedi. Onun böyle söylemesi üzerine, “Ben adımdan memnunum. Adım Gani, dedem kulağıma üflemiş. Dedeme saygıda kusur etmem” dedim. O zaman Gani Rüzgar Şavata olsun diyerek Rüzgar’ı araya ekledik. Zamanla insanlar da ismime alıştı.
Ailenizin kökenini merak ediyorum. Nasıl bir aileden geldiniz?
Drejan Aşireti, Mezopotamya’dan İran’a, İran’dan Hakkari’ye, Hakkari’den Adıyaman’a, Adıyaman’dan Malatya’ya, Malatya’dan Konya Cihanbeyli’ye ve daha sonra Ankara’ya kadar uzanıyor. Aşiretimizin elbette yan kolları var. Drejan Aşireti, uzun ve geniş olmasının yanı sıra Türkiye’nin en büyük aşiretidir.
Oturduğum yerden baktığımda sinemayla geçen bir ömür görüyorum. Peki, sinemaya merakınız nasıl başladı?
Biz göçebeydik, kıl çadırında dünyaya geldim ben. At üzerinde büyüdüm. Ailemin maddi durumu diğer ailelere nazaran iyiydi. Koyun sürülerimiz, at sürülerimiz vardı. Benim işim atları yayladan alıp tren istasyonuna gitmekti. Çünkü babama, dedeme misafir gelirdi. Önceden haber verirlerdi, ben de o misafirleri almak için atlarla tren istasyonuna gider beklerdim. O zamanlarda trenlerin belirli bir saati yoktu. Zaman zaman atları trenle yarıştırırdım. At, tren kadar hız yapabilir mi? At biraz hızlı gittiğinde nefesi kesilirdi, dururdu.
Kışları Malatya’ya gelirdik, Malatya’da evimiz vardı. Okula giderdik. O zaman siyah beyaz filmler vardı. Yazlık ve kışlık sinemalar vardı. Sinemada kendimi buldum, kimi zaman param olmazdı, gider sinema süpürür film izlerdim. O zamanlar Melek Sineması vardı. Bir tahta üzerine afiş yapıştırılırdı ve iki arkadaş tahtayı tutardı. Eskiden gaz honileri vardı ben de önde onu elime alır ağzıma tutardım, “Dikkat dikkat! Bugün Melek Sineması’nda Yılmaz Güney” diyerek insanları haberdar ederdim.
Kaç yaşındaydınız o zamanlar?
O zamanlarlar 10 ya da 11 yaşındayım. Ortaokula başladığımda İlyas Salman ve arkadaşları Malatya’ya gelir tiyatro yaparlardı. O dönemde İstanbul sineması vardı. Ben de sinemaya adım attım. Ortaokulun son sınıfındayken Halk Eğitim Tiyatro Merkezine başladım. Liseye geçtiğimde tiyatro grubu kurduk. Üniversite sınavlarına girdim. Üniversite sınavlarına her şehirde girilmezdi. Sınava Elazığ’da, Ankara’da ya da İstanbul’da girebiliyorduk. Bilerek İstanbul’u yazdım. Çünkü sanatçılarla buluşabilmek için İstanbul’a gelme bahanem olsun istedim. 1977’den bahsediyorum. İstanbul’da Cüneyt Arkın’la tanıştım. Sonra onun evinde iki sene kaldım. Sinema okulum yarım kaldı, memlekete geri döndüm ve Malatya’da Eğitim Endüstrisini bitirerek öğretmen oldum. 12 Eylül döneminde tekrar İstanbul’a döndüm, askere gittim, geri döndüğümde Cüneyt Arkın ile buluştuk, ona dublörlük yapıyordum. Benim hafızam kuvvetliydi, kamera arkasında da senaryo yazıyordum. İlk filmimi o dönem çektim.
Malatya Şehir Tiyatrosu’nda ilkleri başardık. Mesela Bosna Hersek, Filistin, Halepçe gibi konuları işledik. O zamanlar Tayyip Bey, belediye başkanıydı, bizi davet ettiler. Bosna’da kan oluk oluk akıyordu. İnsanlar oyunumuzu izlemek için dışarıya taşmışlardı. Bugün Filistin’de yaşananların bir benzeri o gün Bosna Hersek’te yaşanıyordu. İnsanlar da eylem yapmak için geliyorlardı, tiyatro bahaneydi. Tayyip Bey bizden birkaç gün kalmamızı ve Gülhane’de sahneye çıkmamızı, her gece sanatçılardan sonra piyes sergilememizi istedi. O zamanlar Metro Film’in sahibi Zeki Kafalı’ya, “Bir tane çocuk Malatya Şehir Tiyatrosu’nu kurmuş. Tek başına Harbiye’yi sallamış, şimdi de Gülhane Parkı’nı sallıyor” demişler. Daha sonra Sezer filmi için üç anlaşma yaptım. Beyaz Cehennem, Kardakiler, Kar Eriyince filmlerini yaptım. Drejan filmini, dedemin hayat hikâyesini ve kendi aşiretimin filmini çektim. 1999 yılında ise Sınır filmi ile yönetmenliğe devam ettim. Peşi sıra, Saddam’ın Askeri, Aura, Dönüş filmlerini çekerek şu ana kadar geldik. Geriye baktığımda 22 sinema filmi, 63 bölümlük Dumanlı Yol dizisini çektim. Türkiye’nin maddi manevi en büyük dizisiydi. Şimdi tekrar çekmeye kalksam zorlanacağımı düşünüyorum. Önümde deprem ile ilgili bir hikâye var. Tabii Zübeyde’yi çektim. Atatürk Doğuyor filmi de bitiyor.
Üniversite sıralarında otururken bir hocamın bana söylediği, kulağıma küpe olmuş bir cümle vardır. Hocam, “Esma, bir derdin olmadan hiçbir şey yapamazsın. Bir derdin olmadan bir kelam bile yazamazsın” derdi. Sizin derdiniz neydi de bu kadar farklı işler ortaya çıkarma ihtiyacı duydunuz?
Bakın bu coğrafyada acılar içinde büyüyenlerden biriyim. Mezopotamya toprakları acılarla dolu. Peygamberlerin var olduğu çöl toprakları acılarla dolu. Mesela Irak topraklarında Kerbala acısı bugüne kadar devam ediyor ve inanıyorum ki o topraklar Kerbela olayı yüzünden iflah olmuyor. Bosna Hersek, Halepçe, Bulgar zulmü ve Filistin konularını zamanında sahneye koydum. Filistin mitinglerine sanatçı olarak katılım sağladım.
Halepçe Katliamı’nın yaşandığı dönemde Saddam, Bush’un oyununa gelmişti. Amerika’nın nükleer silahlarıyla ve İran rejiminin de desteğiyle Halepçe’de katliam yaptılar. Fakat o acılar günümüze kadar gelmekte. 1988, 1992 senelerinde de yaşanan katliamın yıl dönümüydü. Ben Halepçe piyesiyle Türkiye’nin mültecilere kucak açtığı Turgut Özal dönemini anlattım. Piyeste, Halepçeli bir mülteci olarak çocuklarımla birlikte Türkiye’ye iltica ediyorum ve bir kampta yaşıyoruz. Sahnemizde Türkçe konuşuyoruz. O tarihlerde Zeki Alasya, Metin Akpınar, Nejat Uygur, Ali Poyrazoğlu o bölgeye geldikleri zaman seyirci arasına bir polis otururdu. Polisin elinde o piyesin metni olurdu. Acaba sahnedeki sanatçılar metnin dışına çıkıyorlar mı, çıkmıyorlar mı diye kontrol edilirdi.
O piyeste Turgut Özal’dan cesaret alarak sahnede Türkçe metni Kürtçe okudum. Bu cesarette ise senaryolarda kalemi olan rahmetli amcam Muhsin Şavata’nın payı büyük. Amcam, Özal’ın yanında oturuyordu, babam da amcamın yanında oturuyordu. Amcam bana “Ana dilinle konuş” dedi. Ben de fırsat bu fırsat diyerek, “Özal, Özal sana söylüyorum. Saddam’ın bizi Halepçe’de katlettiği silahlar, Amerika’nın Bush’un silahlarıydı. Saddam Bush’un oyununa geldi, bizi katletti. Aman sen sen ol Bush’un oyununa gelme, bizi katletme” dedim, tabii bunları Kürtçe söyledim. Millette önce bir sessizlik oldu. Bir baktım bir kıyamet koptu. Özal kalktı ve beni ayakta alkışladı. Sahneye yürüdü beni kucakladı, oğlum Arafat’ı kucakladı öptü, sevdi. Koltuk sayısı 1400’ü geçiyordu fakat koridorda yer yoktu. Oyunu 3000 kişinin izlediğini tahmin ediyorum. Piyes bitti, herkes dağıldı. Baktım iki tane polis koluma girdiler hatırladığım kadarıyla o zamanın emniyet müdürü Hasan Özdemir idi. Daha sonra ise MHP’den Gaziantep milletvekili oldu. Beni aldılar sorguya, bizzat Hasan Özdemir, “Sen ne yaptın?” diye sordu. Ben de cevaben, “Amerika’ya verip veriştirdim. Özal’da beni alkışladı. Deniz Gezmişler ‘Amerika katil’ dediler diye idam ettiniz, beni de mi idam edeceksiniz?” dedim. Özdemir yine “Niye Kürtçe söylüyorsun?” diye tekrar sordu. Ben de, “Kürtçe benim dilim. Hem oradan gelen mülteciler Kürt kökenli, Türkçe bilmiyorlar” dedim. Bana “Sabah mahkemeye çıkacaksın” dediler. Sabah mahkemeye çıkmadan beni bıraktılar. Tabii babam Özal ile konuşmuş, Özal’dan talimat gelince de beni bıraktılar. İşte orada başladı. Acıları orada gördük.
12 Eylül döneminde bir asker bir köye geldiğinde o köylüler saklanırdı, kaçacak delik ararlardı. O dönemlerde Halep bölgesinde kaçakçılık vardı. Kumaş falan getirirdin, ismin kaçakçıya çıkardı. Vay efendim kaçakçılar nerde, diyerek çocukları döverlerdi, erkekleri döverlerdi. Sonra terör belası türedi. Akşam geldi terörist, sabah geldi asker. Aynı kişiler bunlar. Aynı elbiseyi giydiler, köylere indiler yaktılar, yıktılar, koruculuk sistemini mecburi kıldılar. O acılar hâlâ yaşanıyor. O acıları yaşadığın zaman yaşatabilirsin, yaşamadığında anlatamazsın. Mesela adam senaryo yazıyor ama Ankara’dan öteyi görmemiş. Ben sinemada bir hikâye ele alacaksam, illaki oraya gideceğim, göreceğim, fotoğraflayacağım, çalışacağım, masaya dökeceğim ve ondan sonra senaryo yazacağım. Öyle üç ayın beş ayın senaryosu değil yılların birikimi bu senaryolar. İşte Atatürk’ün annesinin senaryosu “Zübeyde” için 2008’den beri üzerinde çalıştığımız ve şu an montaj aşamasında olan film Türkan Saylan’dan bize miras kaldı. Selahaddin Eyyubi senaryosuna ise 2014’te başladık, şu an Tayyip Bey de var, İbrahim Kalın da var, Numan Kurtulmuş da var. Senaryomu resmen çaldılar ve uyduruk dizi yapıyorlar. Neden? Gani Şavata Kürt kökenli, acaba Selahaddin Eyyubi’yi Kürt yapar mı? Selahaddin Eyyubi zaten Kürt’tür. Resulallah da Arap kökenliydi. Ben mi istedim Kürt doğmayı? Ben mi istedim bir kıl çadırında dünyaya gelmeyi? Ben mi istedim 10 yaşından sonra Türkçe öğrenmeyi? Ya da Resulallah mı istedi Arap olmayı veya çölde doğmayı? Acılar gerçektir, gerçekler de acıdır.
Nasıl bir yönetmenlik tarzınız var? Cüneyt Arkın ile aynı evde yaşadığınızı söylediniz. Cüneyt Arkın’dan neler öğrendiniz?
Cüneyt Arkın iyi bir akrobattı, iyi at binerdi. Zaten onunla at vesilesiyle tanıştık. Belgrat Ormanı’nda Hakanlar Çarpışıyor isimli bir film çekiyorduk. Benim at bindiğimi biliyordu ama iyi bindiğimi bilmiyordu. Sivas-Malatya sınırındaki Yama Dağları’nda hep at üstünde hareketler yapardım çünkü Cüneyt Arkın’a özenirdim. Fikren ve düşünce olarak Yılmaz Güney’dim. Akrobatik hareketler ve at olunca da Cüneyt Arkın’dım. O zaman televizyonlar yok, Cüneyt Arkın ısınma hareketleri yapıyor. Cüneyt Arkın tepeye çıktı, tabii birçok kişi de o sahneyi izliyor. Ben de oradaki atlar arasında iyi bir atı aldım, atladım üzerine. Cüneyt Arkın’ın hareketlerinin aynısını yaptım ve yanına kadar gittim. Cüneyt Arkın beni durdurdu ve bana yaptığım hareketleri nerede öğrendiğimi sordu. Ben de kendisinden öğrendiğimi söyledim. O olaydan sonra Cüneyt Arkın beni hiç bırakmadı, bir de benim ailemi tanıyordu. Sonra yanında iki sene kaldık. Evin bir evladıydım, her film setinde vardım. 1977 yılında sinema sansürü yürüyüşü vardı, beraber Ankara’ya yürüdük. O zaman Yılmaz Güney İzmit Cezaevi’ndeydi. Kadir İnanır ve Türkan Şoray ise o sırada, Selvi Boylu Al Yazmalım filmini çekiyorlardı. Onlar da bize yolda katıldılar.
Kendinize örnek aldığınız bir yönetmen var mı?
Yılmaz Güney var. İyi yönetmenler var. Fakat şimdiki pembe dizilerin yönetmenleri teknolojiyle var oluyorlar. Üç beş yönetmen aynı anda iki saatlik bir dizi bölümünü bir haftada bitiriyor. Bu renkli kuşak, pembe dizlere kilitlenmiş. Türkiye’nin değeri dışında hikâyeler, görüntüler beni yaralıyor. Beni yaralayan bu dizilerden uzak duruyorum. Elimden geldiğince geleceğe, gençlere, sizlere neler yapabilirim diye düşünüyorum.
Zübeyde filmi benim projem değildi, Türkan Saylan’dan bana miras kaldı. O kadını yaşatmak için barış sürecini yaşatmak ve bizi başka bilen, ötekileştiren, Türk kökenli kardeşlerime armağan etmek için Zübeyde filmini çekmek istedim. Güzel bir hikâye, son dokunuşlarını ben yaptım.
İki Gözüm Ahmet: Sürgün filminin arka planında neler yaşadınız?
2008 yılında Saddam’ın Askerleri filminin galasında Yusuf Hayaloğlu bizimle beraberdi. Onun da İzmir’de konseri vardı. Yusuf Hayaloğlu, “Şavata, o geceyi çekmek lazım” dedi. Yusuf Hayaloğlu, Ahmet Kaya’ya besteleri veren kişidir. Yusuf Hayaloğlu bir sene sonra öldü, onu mezara ben indirdim. Bizim Ahmet ile çocukluğumuz Malatya’da geçti. Büyüdük ama ben sinema dünyasını tercih ettim, o müzik dünyasını. Ben Ahmet’ten ziyade Yusuf ile daha haşır neşirdim. Sonra Yusuf, Gülten Kaya’ya dedi ki, “Çekerse o geceyi bu adam çeker. Biz sektördeki sanatçıları, yapımcıları, oyuncuları karşımıza alamayız ama Şavata alır.” Bu olaydan sonra senaryoyu yazmaya başladım. Bu senaryo Gülten Hanım’da mevcut. 2018 yılında Süleymaniye Film Festivali’nde “Müslüm” filminin çekimi için hazırlık yapılıyor. Orada Celal Talabani yerine gelen Molla Bahtiyar, “Şavata, sen Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney için bir film çek de sizi destekleyelim” dedi. Gelip Gülten Hanım’ı aradım, “Müslüm’ün filmi çekiliyor, gel biz de Ahmet’i çekelim” dedim. Gülten Hanım, film için daha zamanın olduğunu söyledi.
Sonra bir duydum ki Gülten Hanım TRT 6’da Ferzende Kaya diye birine kitap yazdırmış, senaryo yazdırmış ve Yavuz Bingöl ile film çekeceklermiş. Ahmet Kaya ile Yavuz Bingöl ne alaka yani? Yaptığımız filmde de Yavuz’u işledim. Yavuz Fransa’ya gider, Ahmet Kaya’nın mahallesine gider. Bir kafeteryada oturur, oradakiler de Yavuz’un, Ahmet Kaya’yı ziyarete geldiklerini düşünürler. Orada hemen Ahmet Kaya’ya telefon ederler ve Yavuz’a verirler. Ahmet Kaya telefonda, “İki gözüm, gel ben evdeyim” diyerek Yavuz’u eve çağırır. Telefon kapanır, Yavuz kaçar. Ahmet’i terörist olarak görürler ya, Yavuz kaçar. Şimdi Yavuz, Ahmet Kaya’nın filmini çekmeye hazırlanıyor. Ben bunu çektirir miyim? Arkadaşlarla toplandık, karar verdik, filmi çektik, üç sene mahkemelerle uğraştık, sansürlerle uğraştık ama her şeyi yendik ve film çok fazla seyirciye ulaşmasa da en iyisini çektik.
Bir film projesi üzerine çalışırken hangi adımları izliyorsunuz, sıklıkla karşılaştığınız sorunlar neler?
Birincisi zor olan şey güzeldir. Zorluk yoksa bir işte ben de yokum. Delinin bayrağı olmaz, deliyim ben. Sinemanın delisiyim, mesleğimin delisiyim. Benim alanımda para yok. Benim alanımda cesaret var, yol var, uzun yol var, yorulmak var ve başarmak var. Halkla beraber halk için yapmak var. Festival için yapılan filmlere karşı değilim ama pek tasvip etmiyorum. Bir film yapacaksam hem festivallerde yer almalı hem de seyirciyle buluşmalı. Seyirciyle buluşmayan bir film heykel almış, heykelcikler almış ne getirecek? Paraya pula tabi olmayanlar buna başvuruyorlar. Fakat ben istiyorum ki benim filmlerin hem dışarıda seyirci bulsun hem de festivallerde yer alsın, ödüller alsın. Belki en çok ödül alanlardan biri de benim ama ödüllerimle ön plana çıkmadım. En güzel ödülleri seyircilerin gözleriyle aldım. Soğukta yürürken bana olan saygı ve sevgi ne parayla satın alınır ne de parayla satılır. Bundan hoşnuttum, ödüllerim bunlar.
Sorduğun soruya vereceğim cevap ise Gani Şavata yalnız olmamalı. Öğrenciler ve asistanlar yetiştirdim. Mesela Türkiye’nin en iyi senaristlerinden biri İlker Barış’tır. Malatyalıdır, benim yetiştirdiğim bir öğrencidir. Mesela Kürt ses dünyasından, Rojin, Kemal Ahmedi, Şevin gibi sanatçıları filmlerimde oynattım, kendileri şimdi ses dünyasındalar. Ama kimi bu halka layık kimi değil. Diğer taraftan sinema dünyasına aktörler de yetiştirdim. Mesela Caner Cindoruk’u ilk kez ben ekranlara çıkardım ama geriye dönüp hiç bakmadı.
Yetiştirdiğiniz aktörler ve artistlerle iletişiminiz nasıl?
Yetiştireceğim artistler ve aktörler benim kimliğim, duruşum için bana gelirlerdi. Onlarda ilk olarak cesareti arardım, paraya pula tabi olmayan insanlarla çalışırdım. Öğrencilerle buluşmak için gitmediğim üniversite kalmadı. İnsanlar bana, “Şavata, ne yapıyorsun, bu yıl film izlemiyoruz. Bir film yap da izleyelim” diyorlar. Ben pembe diziler gibi haftada bir film çıkarıyormuşum gibi davranıyorlar, bunu yapamam.
Benim yaptığım iş damgalı iştir. Seni beni anlatandır. Filmlerimin maddi külfetini sormuyorlar. Bugün sinemaya film yapmak büyük bir risk. Zaman zaman geri dönüşü olmuyor, ayrıca büyük paralar da gidiyor. Paranın kaynağı ne? Ben namerde boyun eğmedim. Kimsenin karşısında düğme iliklemedim. Rejim sisteminin yanında da yer almadım. Bir iş insanı da, “Şavata, şu filmde de benim tuzum olsun” diyerek bir parayla gelmedi. Bana sürekli film yap, film izleyelim dediler. Yapıyorum gidip izleyin, onu da izlemiyorlar. Bekliyorlar ki televizyonlara çıksın, internete düşsün de oralarda izlesinler. Yazıktır günahtır, verilen emeğin bir geri dönüşünün olması lazım. Sonra diyorum jübile yapayım, dayanamıyorum, tekrar film çekiyorum. Lüks bir yaşantım yok, ofisim bile klasik. Tamam kendi evimiz var kötü bir arabamız var ama ne yat aldım ne kat aldım ne de lüks bir şeyim oldu. Gece alemim zaten yok, sigaram yok, içkim hiç olmadı. Kola bile içmedim. Benim evimin buzdolabına kola girmemiştir. Kahve kültürüm de yoktur. Bir tavla oynamayı bilirim, onu da Erbil’de öğrenmiştim. Benim işim film izlemek, film hastalığı. Kitap okumak, gelen senaryoları değerlendirmek. Cezaevinden, köyden, şehirden, yurt dışından gelen senaryolar var. Türkiye’de hikâye mi biter? Ama ne yazık ki bizimkiler hâlâ Kore hikâyeleri anlatıyorlar, festivallere gidiyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, Kore hikâyeleri anlatan filmleri Türkiye adına Oscar’a gönderiyor. Yapmayın etmeyin!
Yapımlarınızda iş insanlarından pek destek alamadığınızı dile getirdiniz. Peki, film çekerken en büyük destekçiniz kimdi?
Film yapıp elde ettiğim gelirle tekrar film çekiyorum. En büyük destekçim, eşim Yıldız Şavata’dır. O da amcazadedir. Yoksa benim gibi bir adamın kahrını kim çeker? Kimi zaman beraber ağladık kimi zaman beraber güldük, kimi zaman acılar, yokluklar çektik ama yıkılmadık, ayaktayız. Biz gerçekten yıkılmadık, ayaktayız. Bizi kimse de yıkamaz. Çünkü bir defa inancımız var. Maneviyatımız güçlü. Maddiyatla yapılan temel, yıkılmaya mahkûmdur ama maneviyatla kurulan temel asla yıkılmaz.
Senaryolarınıza uygun oyuncuları nasıl buluyorsunuz ve rollere nasıl hazırlanıyorsunuz?
Öncelikle bana dışarıdan gelen hikâyeler farklı. Çünkü adam beni dışarıdan görüyor, beni kendisinden biliyor, baba görüyor, amca görüyor, kardeş görüyor, dayı biliyor, ağabey görüyor. Yüzümdeki Anadolu simasını görüyor ve bana göre hikâye yazıyor çünkü ben senaryolaştırıyorum. Ben hikâye çalmam, hikâye seninse mutlaka ismini yazarım, bazıları gibi hikâyeleri çalıp ismimi yazmam. Senaryoları başkasına yazdırıp ismimi yazmam. Yönetmenliği bakasına yazdırıp adımı yazmam. Maalesef şu an bu söylediklerimi yapanlar çok fazla; hikâyeleri parayla satın alıyorlar. Paranın benim yanımda gücü yok. Her filmde kendim aktör olarak oynamaya çalıştım. Bir Ahmet Kaya için yaptığım filmde misafir olarak oynadım, bir de Küfür filminde misafir olarak oynadım. Şimdi burada kendimi analiz ediyorum, kendim seçiyorum, halka ne veririm, gençlere ne verebilirim, onu düşünüyorum.
Ahmet Kaya filmini çekerken, halkın bağına girmiş, gençlerin sevdasını almış, sesimiz olmuş, dünyada yankı uyandırmış bir ismi işlemeye çalıştık. Ahmet Kaya rolü için sıradan bir sanatçıyı oynatamazdım. Ben âlâsını oynardım ama benim sesim yok. Onun sesini veremiyorum, bağlama çalamıyorum. Ahmet Kaya’nın sesine benzeyen birini bulmam lazımdı. Ben Ahmet Kaya’yı oynayacak birinin barda, pavyonda şarkı söylemesini istemem. Ahmet Kaya, şarkılarını ve türkülerini barda, pavyonda, türkü evlerinde meze yapmadı.
Ahmet Kaya rolü için Özgür Tüzel diye birini buldum, Didim’de yaşıyor. Geldi, misafirim oldu. Arkadaşlara, bu adamı oynatacağım, dedim. İki çocuk babası olduğunu, fakir bir aileden geldiğini, Dersim’den gelerek İstanbul’a yerleştiğini anlattı. Baktım, efendi biri. Rejideki arkadaşlar, bu adam oynayamaz dediler, ben de oynar, dedim. O zaman iyi ki oynattım ama şimdi pişmanım. Ben bu adamı sanatçı yaptım. Özgür’e, “Sen Ahmet Kaya’yı oynayacaksın. Sen bu saatten sonra Ahmet Kaya’nın varisisin ve Ahmet Kaya’nın ahlakını yaşayacaksın. Bu film seni çok güzel yerlere götürecek ama gerçek ayarını bulacaksın” dedim. Evet, buldu ama ne yazık ki barlarda, pavyonlarda türkü söylüyor. Arkadaş, ben seni Ahmet Kaya’nın yerine koydum, ben sana barlara, pavyonlara çık demedim. Sen Ahmet Kaya’nın türkülerini söyleyeceksen Ahmet Kaya gibi yaşayacaksın. Maalesef yaşatamadık, adam paraya para demiyor. Paraya satılmış. Gitmiş barlarda, pavyonlarda türkü söylüyor. İlk defa sizin nezdinizde halkımdan özür dilemek istiyorum. Bu olay beni yaraladı. Yapımcı arkadaşlarım Mustafa Demiral, Arafat Şavata, Eşref Bukan benim cesaretimde insanlar. Yüreklerini koydular, aynı parayı koydular, parayı da gözetmediler. Gelen parayla müze yapalım dediler, Ahmet Kaya adına okul yapalım, ismini yaşatalım, dediler. Hatta filmi Gülten Kaya’ya tekrar verelim düşünceleriyle yola çıktık. Özgür Efendi’ye, “Bak arkadaş, biz seni var ediyoruz. Evet konserlere git, sahnelere çık, düğünlere çık, büyük festivallere seni alalım, albümler yapalım” dedik ama adam bunu tercih etmedi. Adam şimdi Ahmet Kaya’nın türküleriyle sahneye çıkıyor. Ben Ahmet Kaya’yım diyor ama barlardan, türkü evlerinden eksik olmuyor. Ahmet Kaya’nın türkülerini orada meze yapıyor, olur mu bu?
Ben burada halkımdan özür diliyorum. Bilemedim. Bu insanın geni benim genimdir dedim. Kürt kökenlidir, Ahmet Kaya’yı oynar, Ahmet Kaya’yı düşünür, Ahmet Kaya’nın yolundan gider, Ahmet Kaya’nın sesinde nefesinde kendisini bulur, dedim ama ne yazık ki o benim gibi dayanamadı. Paraya pula yenik düştü. Böyle bir sanatçı yetiştirdiğim için utanıyorum, özür diliyorum. Eğer kendisini bulursa bu sözlerim, ona telkindir. Eğer tekrar dönerse ona kapımız açıktır, başka filmler de çekeriz.
Kariyerinizi nasıl özetlersiniz? Geriye baktığınızda neler görüyorsunuz?
Ben Malatya Şehit Tiyatrosu kurucuları arasındayım, Malatya Film Festivali kurucularındanım. Bunlara ek olarak Erbil’de sinema salonu inşa eden kişilerden biriyim. Erbil’de halkla buluştum. Türk sinemasını oraya götürdüm. Kadir İnanır jüri başkanıydı Fatoş Güney’i de götürdüm. Türkiye’nin bütün yönetmenlerini Erbil’e davet ettim. 2014 yılında oraya DAEŞ girince yine savaş başladı. Üç buçuk yıl boyunca orada mecburi kaldım, DGM’lerim orada ağır cezaya düştü. Erbil’de bir kültür ataşesinin ferdiyim. Saddam’ın Askerleri filmim Türkiye’de yasaklanınca, filmi götürüp Barzani hükûmetine hibe ettim. Saddam’ın Askerleri, Irak’ta Kürt kaşesi alan ve Erbil adına dünya festivaline katılan ilk filmdir.
Sinema fazlasıyla inişli çıkışlı bir sektör haline geldi. İki Gözüm Ahmet: Sürgün filmini şu an dijital platformlarda izleyiciyle buluşturmaya hazırlanıyorsunuz. Tüm bunları toparladığınızda bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dijital platformlarda biz de olalım diyoruz. Biz bir set çekelim dedik. Seli tamamen durduramayız ama hızını kesebiliriz. Kendi gücümle diyorum ki bu pembe dizilerin, ekranları kirleten dizilerin, dijital ortamı kirleten dizilerin önüne bent olmak istiyorum. Bunu söylediğim zaman bu tür platformlarda para kazananlar, ekmek yiyenler, ensesi kalınlar bana düşman kesiliyorlar. Onlar kendilerini kıskandığımı düşünüyorlar. Bilmiyorlar ki Türkiye’de en çok izlenen kanalı açsalar, çekilen bu pembe dizilerin yönetmenliğini yapmamı isteseler asla kabul edemem. O zaman bu halk beni yuhalar, bertaraf eder. Onun için ben halkın söylemek isteyip de söyleyemediklerini söylemeye çalışan, halkın yapmak isteyip de yapamadıklarını yapmaya çalışanım. Ben halkımın kölesiyim. Bir gün biri bana “Gani ağabey, dünyada halkımın kölesiyim diyen tek sanatçısın” dedi. Evet, ben halkımın kölesiyim. Bu halk beni buralara getirdi, onun için gerçekten ben halkımın kölesiyim. Varsın benim filmlerim sinemalarda iş bulamasın, biliyorum ki yarın bu filmlerim konuşulacak. Bu halkın yarın beni arayacağını hissediyorum. Keşke diyeceklerini de biliyorum ama yine de gidiyorum. Arkamda halkın cesareti var. Her senaryoyu elime alıp kaleme döktüğümde halkımı hissediyorum. Her yönetmenlik yaptığımda ya da kamera karşısında durduğumda halkımı hissediyorum. Bir filmimde aktör olarak bir sigara içmedim ki gençlere kötü örnek olmayayım. Başörtülülerin mitinglerinden bulundum, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda bulundum, Uğur Mumcu, Deniz Gezmiş gibi isimlerin ölüm yıl dönümlerinde bulundum, Cumartesi Anneleri’nin içinde yer aldım, Filistin Katliamı için mitinglerde boy gösterdim. Bir alevi arkadaşımız bana “Ben Alevi kimliğimi gizlerken seninle beraber Alevi olduğumu hissediyorum, göğsümü gere gere ben Aleviyim diyorum” diye yazmış. Alevi cemlerini ekranlara taşıyan da benim. Bakın, dünyadaki ilk Kürtçe piyesi yapan, Alevi kültürünü ve yaşamını ele alan, Kürtçe türküleri yad eden benim. İnanın kendimi övmüyorum, yaptıklarımdan memnunum.
Benim bu halktan isteğim var. Ben Gani Şavata’yım, Drajanlıyım. Malatya’da bizim Şavata kabristanımız var. Ben eğer ölürsem, dört coğrafyanın merkezi olan Diyarbakır surlarının önüne gömecekler ve mezar taşımın üzerine, “O sadece bu sur taşlarından biriydi” yazacaklar. Öyle adımı Gani Şavata yazmaya gerek yok. Sanatçıların cenazelerinin çoğunu ben kaldırdım. Bana mezarcı diyorlar. Ben camiye gelip gözlük takarak timsah gözyaşları dökmem, şov yapmam. Cenazelerin sonuna kadar beklerim, hakeza birçok mezarı bizler yaptırmışızdır zaten. Yeşilçam deyip duracaksın; asıl üzüldüğüm onlar geri gelmiyorlar, yerleri doldurulmuyor. O nedenle dedim ya bir sel geliyor, seli önleyemezsek de en azından hızını yavaşlatabileceğimizi düşünüyorum.
Esenyurt’taki projenizin detaylarını bizimle paylaşır mısınız?
Belki şimdiki söyleyeceklerimi sansürleyeceksiniz ama bunları Ekrem İmamoğlu’na da söyledim, Ahmet Özer’e de söyledim ben. Gerçek sanatçılar tambura çalmazlar, sistemin yanında yer alamazlar. Sanatçı muhaliftir, mazlumun yanında durur, halkın sesidir. Hatta gerçek halk sanatçıları devlet sanatçıları olmazlar zaten, biz bu devletin sanatçılarıyız. Mesela Orhan Gencebay gibi isimler devlet sanatçısı olup maaş alacak, Gani Şavata gibi isimler ise devlet sanatçısı değiller. Bizler de bu devletin sanatçılarıyız fakat biz toplumun da sanatçılarıyız. Kanayan yaralara parmak basıyoruz. Orada bunu açık ve net bir şekilde söyledim. Esenyurt’ta belediye başkan yardımcısı olayım diye sahaya inmedim. Ahmet Özer için de inmedim. Oradaki gençler için indim. Çünkü Esenyurt 57 vilayetten büyük, Esenyurt zehrin enjekte edildiği, kadınların dul bırakıldığı, çocukların öksüz bırakıldığı, yetimin ve fakir fukaranın hakkının yendiği, betonlaşmanın yaygınlaştığı bir yer. Esenyurt’taki gençleri topluma kazandırmak için sahaya indim ben. Hamit Öncü Esenyurt’ta adaydı. Ferhat Tunç’un oylarını çalan ve ilk olarak kayyum atanan o zatın tekrar kazanmaması için sahaya indim. Ekrem İmamoğlu’na, “Erzincan’da 9 kişinin toprak altında kalmasında imzası bulunan şahsın karşısında durmak için Esenyurt’u kazanmalıyız çünkü Esenyurt’u kazanırsak İstanbul’u kazanırız” dedim ve yola çıktım. Oradaki arkadaşlar bana, “Ahmet Özer Esenyurt’tan sonra acaba İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı mı olur? Ekrem İmamoğlu da o zaman cumhurbaşkanı mı olur?” diye sordular. Ben ise, “Hayır, Ahmet Özer Esenyurt’u kazanabilir, İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı da olabilir ama Cumhurbaşkanı Selahaddin Demirtaş olur” dedim, oradaki arkadaşlar güldüler. Ekrem İmamoğlu’da CHP’nin genel başkanı olur dedim. Ahmet Özer’e gelince iyi ki onunla çalıştık ve kazandık.
Gençleri geleceğe hazırlamak için Esenyurt’ta bir kültür şehri inşa edeceğiz. Gençleri kötü alışkanlıklardan sıyırıp sanata yönelteceğiz. Orada büyük bir şehir tiyatrosu kuracağız, sinema ve tiyatro eğitimi vereceğiz. Esenyurt’ta film festivali düzenleyeceğiz. Her ay orada sinema günleri yapacağız, konuklar ağırlayacağız. Esenyurtlu geçleri ve İstanbul’da yaşayan her kesim insanı oraya davet ediyorum. Esenyurt’ta Ahmet Özer’in seçim kazanmasını istememin sebebi ne rejimdi ne de sistemdi. Amacım gençlerin geleceğini sanata yönlendirmek, orada büyük bir şehir tiyatrosu kurmak, büyük bir film festivali yapmaktı. Ben bunun için yola çıktım.
Gelecekte sizin yaptığınız işi icra etmek isteyen gençlere neler tavsiye etmek isterdiniz?
Gençlere tavsiyeme gelince de “Bazı şeyleri özünüzde arayın. Yaptığınız işlerde özünüzden bir şey vermeye çalışın.” Ensesi kalınlar için dünyaya gelmedik. Evet, bugün ekranlar bu insanlara teslim olabilir ama biz bu yolda yürüyeceksek onlara boyun eğmeden yürümeliyiz. Biz de varız, dememiz gerekiyor. Toplumun değerlerine saygı duymamız ve sahip çıkmamız lazım. İnancımızı yerlerde süründürmememiz lazım. Neydim, ne olacağım düşüncesiyle yola çıkmamız lazım. Geleceğe bir şey veriyorsak en güzel şey nedir biliyor musunuz? Bir insan idealinden ve ilkesinden ödün vermeden ölüyorsa en güzel yaşamaktır.
Röportaj: Esmanur Kadak – Merve Algül
Tashih: Şeyma Göze
Yeşilyurt Kent Konseyinde Düzenlenen Seminere Kadınlar Yoğun İlgi Gösterdi
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.