20,9783$% 0.73
22,5975€% -0.26
26,4130£% -0.37
1.312,07%-0,73
2.197,00%-1,40
569586฿%0.62382
Köy öğretmeni olmak
Pazartesi Sendromu ve Çocuklar İçin Bir Gün
Zamanın değerini keşfederek hayatını yeniden yaz
Öngörü
Hasan Batar yazdı: "Siyasi ahlak neyi gerektirir?"
Hatice Albayrak yazdı: "Normalleşmek adına, normal miyiz?"
Kale Gündem – Su gibi aziz ol: Hem su gibi tevazu sahibi ol hem de su gibi değerli. Çocukluğumdan biliyorum babam sıcak yaz günlerinde kayısı bahçesinde ona su götürdüğümde suyu besmeleyle iki yudumda içtikten sonra ‘Su gibi aziz ol, ömrün uzun olsun’ yavrum derdi. Çok haşarı bir çocuk olmama rağmen bu sözü duyduktan sonra garip bir sükûnet çöküyordu üzerime, sanki ben serinliyordum…
Gecen yıl bir toplantıda tanıştığım Recep Ali ve Ercan Topçu kardeşlerin bir müzeyi oluşturacak kadar büyük bir su kültürü koleksiyonuna sahip olduklarını hatta suya adanmış bir çift ömür olduğunu öğreniyorum. Müze, müzecilik, koleksiyon gibi konular gündeme gelince merakım akşamı hırpalamaya başladı ve en kısa zamanda koleksiyonlarını görmek istediğimi söyledim. Sağ olsun Recep Bey ne zaman isterseniz buyurun bizi mutlu edersiniz diye açık uçlu bir davet yaptı.
Bir 6 ay kadar e-posta yoluyla iletişim kurduk. Kurum olarak katkı sağladıkları su kültürü ve hilye-i şerif sergilerinden haberdar oldum. İki gün önce dostlarımla gelmek istediğimi yazınca sağ olsun büyük bir nezaketle bizi beklediklerini söyledi. Bir aksam üstü İkitelli Başakşehir’deki ailenin sahibi olduğu Adell Armatur ve Vana Fabrikası içerisindeki su kültürü müzesini gezmek üzere gittik Recep Bey bizi büyük bir nezaketle karşılayıp çay kahve ikramından sonra birlikte önce kısa bir armatür üretim aşamalarını gördükten sonra asıl müzeyi kuran uzun yıllar boyunca koleksiyonu bir araya getiren diğer kardeş Dr. Ercan Bey’i odasında ziyaret ediyoruz. Ercan Bey bir koleksiyon tutkunu ve yaptığı işten çok heyecan duyan hareketli biri. Ağabeyi Recep Bey daha sakin ve naif bir kişilik. Birlikte müze katına geçiyoruz heyecanla söze başlıyor Dr. Ercan Bey, “Otuz yıl önce Anadolu Su Kültürüne ait bir objenin satın alınmasıyla bu iş bende bir tutkuya dönüştü, gördüğünüz gibi Adell olarak dünyada örneğine ender rastlanan bir muhteşem koleksiyon oluşturmayı başardık. Bugün Adell Ab-ı Hayat Su Medeniyetleri Müzesi coğrafyamız tarihine ışık tutuyor, suya dair Anadolu’nun kültürel mirasını geleceğe taşıyor.”
Tarih boyunca bütün medeniyetler, inançlar su ab-ı hayat kabul edilmiş kutsal kabul etmiş, bütün inançlarda su arınmanın sembolü temizlenmenin saflığın tazeliğin bilgeliğin ve tevazunun sembolü olarak kabullenilmiştir. İki kardeş tamamen amatör anlayışla ilk olarak aile büyüklerinin özel eşyalarından koleksiyona başlayan ve ailenin sosyal sorumluluk açısından yürüttüğü dinamik sürekli gelişen bir projesi olmuş .bir nevi kendi işletmelerinin ruhuna uygun olarak tematik su kültürü müzesi oluşturulmuş.
Sağ taraftan başlayıp vitrinler içerisindeki sergilemenin yapıldığı 2000-2500 yıllık Roma, Bizans’tan başlayıp Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine ait su kültürü objeleri sergileniyor. Çeşme tabloları özellikle bakır su kapları, çok çeşitli metal su kapları, ibrikler, musluklar, maşrapalar, güğümler, şifa tasları, cam, ahşap, tekstil, deri fotoğraflar, gravürler, su belgeleri, birçok parçanın sergilendiği inanılmaz bir koleksiyon bizi hayretler içerisinde bırakıyor. Doğrusu bu beklentimin çok çok ötesinde bir durumla karşı karşıya kaldığımı hissediyorum.
Zarafet abidesi bakır güğümlerinden birinin üzerindeki şu yazı aslında kültürümüzün estetik anlayışımızın ve insana saygı bakımından her şeyi özetliyor. Hicri 1266 tarihinde Fetoğlu Hüseyin Ağa’ya gönderilen bakır güğüm üzerinde yazanlara bakalım: ‘Bu güğümden su içene şifalar olsun. Eğer dahi kafir içerse İslam ile müşerref olsun. Tarih 1266’dır. Cümle hakkında hayır olsun. Fetoğlu Hüseyin Ağa Tul-i ömrüyle muammer olsun.’
Birçok eser bugün toplumda unutulmuş ya da unutulmaya yüz tutmuş durumda müzenin en önemli özelliği sizi alıp geçmişe dair bir yolculuğa çıkartıyor olması farkında olmadan eşyalarla duygusal bir iletişime giriyorsunuz bambaşka bir nostalji duygusu yaşıyorsunuz geçmişe dedelerimizin ninelerimizin yasadığı dönemlerde kullandığı ahşap sürahiler ahşap mataralar su kapları film gibi gözlerinizin önünden geçip giden bir hayat su gibi akıp geçti yıllar yıllar öncesine götürdü bizleri. Bir deneyim yaşatıyor anı duygusu oluşturuyor müzenin bu anlamda ziyaretçinin bilinçaltındakilerle yüzleşmesini sağlaması müthiş bir şey.
Koleksiyonda bulunan her bir eseri Anadolu insanının üretkenliğini, hürmet duygusunu anlatan kendine dair bir hikâyesi bir kullanım kültürü ve bir ritüeli mevcut. İbriklerin yönü kıbleyi göstermelidir, abdest alınacak musluk kıble yönünde olmalı, geline su dolu testi kırdırılır, giden yolcuların arkasından su serpilir. Bütün bunlar medeniyetimizin inanç ve bilgeliği yaşam biçimlerindeki kültürel kodlarıdır.
Medeniyetimiz suyu hayatın merkezine koymuştur çünkü o insanın ‘Sevgi ile anne rahmine düşmüş bir damla suyun serüvenidir, doğum ile ölüm arasındaki yolculuğudur özetliyor.’
Sonra eski kasaba köy ve mahallelerde sokakların başında yolların buluştuğu noktada insanımızın geçmiş tarihindeki çeşmelerimiz bir ressama özel siparişle yaptırılmış yağlı boya tablolar. Su küpleri Roma’dan başlayıp cam damacanalara kadar suyun ev ortamında muhafazası için kullanılan eserler. Çeşme alınlıkları sokak tabelaları, seramik kaplar kupalar, hamam tasları, halhallar, takunyalar, banyo, mutfak, musluk ve armatürleri, sabunlar kurnalar eski hamam takımlarına varıncaya kadar bütün objelerle bir illiyet bağı kuruyoruz ister istemez onları bir obje olmanın ötesine taşıyoruz adeta çünkü onlara geçmişimize dair farklı farklı anlamlar yükleyip bütünleşiyorsunuz. Topçu kardeşlerin bir isteği var Anadolu’muza ait bu kültürel mirasın tarihi yarımadada bir yerde müzeye dönüştürülmesi daha çok ziyaretçiye özelliklede yabancı ziyaretçiye tanıtılmasını istiyorlar.
Zaman zaman bazı sergilere eser verdiklerini belirten Dr. Ercan Bey özellikle eserlerin de kayıtlı olduğu Türk İslam Eserleri Müzesinde 2010 yılında İstanbul’un kültür başkenti olduğu sırada “Ab-ı Hayat” isimli önemli bir sergi gerçekleştirmiştir. 2011Yılında “Su Kültürü ve Musluklar”, ”Türk Yıkanma Kültürü-Hamam, Suyun Yarenleri”, ”Kaynaktan Damacanaya” isimli sergiler açıldığını öğreniyoruz.
Adell Ab-ı Hayat Su Medeniyetleri koleksiyonuyla henüz Avrupa’da 200 yıllık bile bir geçmişi olmayan su kültürü, bizde derin bir geçmişe dayanmaktadır. Köklü su kültürümüz ve medeniyetimizin bu kültüre dair geçirdiği merhalelerin anlatıldığı gerek evlerimizde gerekse toplumsal alanlarda suyun kullanımına dair her şeyin çok çeşitli obje ve eserlerle oluşturulan bu mekan mutlak görülmeye değer bir müzedir. İstanbul’un marka değerine kesinlikle katkı yapacak düzeyde bir koleksiyon, bu su kültürüne dair mirasın ülkemiz insanı başta olmak üzere yabancı ziyaretçiler ve dünya vatandaşlarına ulaştırmak milli ve manevi bir sorumluluktur diye düşünüyorum. Bu duygularla suya ömrünü adayan Recep Ali ve Dr. Ercan Topçu kardeşlere güzel misafirperverliklerinden ötürü teşekkür ederek tekrar gelme sözüyle vedalaşıyoruz.
Ab-ı Hayat Anadolu Su Medeniyetleri koleksiyonu, müzesi hafta içi çalışma saatleri içerisinde ziyaret edilebilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Kale Gündem – Günün ikinci durağı Minar Cumban yani Sallanan Minare. Taksiye beş toman verip çok fazla mesafede tutmayan Sallanan Minarelere varıyoruz, sıradan bir bahçe girişinden geniş bir avluya çıkılıyor ve kalabalık bir gurup kendisine Ebu Abdullah denen bir Sufi’nin 14.yüzyıldan kalma türbesinin üst kısmındaki iki minareden birine bakıyor. Heyecanla işaret ediyorlar birden başımı kaldırıp baktığımda bir kişinin ancak sığabildiği boyu yaklaşık 3-3.5 metre minareyi içeriden sağa sola iterek salladığını görüyorum. Hayret edilecek bir şey sanki minare bölünüp düşecekmiş gibi oluyor. Lakin elastiki bir yapısı varmış gibi geri eski haline geliyor. Görünüşe göre bir sistemi yok sadece tuğladan örülmüş bir minare. Sorduğumda birisi bunun mühendislik hatasından kaynaklandığını belirtti ve ben evliyanın kerameti haktır hikmetinden sual olunmaz diyerek ruhuna Fâtiha okuyup türbeden ayrıldım.
Hızla günün ortasını buldum bile vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Bu şarkın efsunlu şehri yeşil İsfahan’da 360 kilometre şehri baştanbaşa ikiye bölen Zayende Rud Nehri’nin güzelliği kıyısındaki şarkın bütün güzelliklerini yansıtan çayhaneler düş gibi…
Şimdi ki durağım 10 kilometrre kadar şehrin dışına doğru gidip 1400 yıllık Mecusi Ateşgah’ını görmek. Bir taksi çevirip biniyorum şoförün adı Hüseyin hemen İbrahim Tatlıses’i soruyor, Ebru Gündeş nasıl diyor ve torpidoyu açıp bir Tatlıses kaseti koyuyor. “Allah Allah bu nasıl sevmek.” Muhabbet sohbetle beni tepenin dibine kadar bırakıyor… Sasani döneminden kalma bu Ateşgah, ateşin yakıldığı yer anlamında kerpiçten yapılmış lakin günümüze kadar dayanmış ilginç bir yapı. Burasını yakından görmek için 210 metre tırmanmanız gerekiyor. Tepeye vardığınızda ateşin tüm İsfahan’dan görülecek bir noktada olduğunu şehrin manzarasını yüksekten seyredince daha iyi anlıyorsunuz. İniş, çıkışa göre biraz zor oluyor. Lakin şehir panoramasını görmek için bu zahmete değdiğini göreceksiniz.
Sonraki durağım ve sanırım son durağım olan Heşt Behişt Sarayı olacak. Sonra hotelime gidip dinlenecek gece Meydan’ı İmamı gezecek ve ardından otobüsle tahrana döneceğim, gece 01.00 için bilet ayırttım.
Safevi Dönemi hükümdarlarının yaşadıkları son saraydır Heşt Behişth Sarayı yani yedi cennet anlamında. Süleyman Şah zamanında 1599 yılında yapılan saraydan günümüze fazla bir şey kalmamış olup girişte küçük bir bölüm kalmış lakin görülmeye değer güzel bir yapı. Devrimden sonra çevresi yeşillendirilmiş park haline dönüştürülmüş.
Vakit akşama doğru yaklaştı hotele dönmeden Bazaar İsfahan’a uğruyorum 17’nci yüzyıldan kalan çarşı, İran’ın ve Ortadoğu’nun en eski çarşılarından biriymiş. Çarşı eski ve yeni şehir bölgelerini birbirine bağlayan, 2 kilometrelik Tonozlu Cadde boyunca uzanıyor. Bir dükkânın önünde bakılı tişörtler ve geleneksel giysiler dikkatimi çekiyor. Kendime bir tane seçiyorum biraz pazarlıktan sonra bizim para ile 12 TL’ye üzerine hafızdan bir beyit seçip basılmasını istiyorum. “Ey aşk eğer ben bize imdat etmezsen biz yok olup gideceğiz” yazdırıp bir saat sonra için sözleşip hemen çarşı içinde bir çay molası ardından gelip alıyorum.
Akşam yemeğini hotelimde yiyorum geleneksel İran mutfağından birazda Lübnan mutfağından felafel yiyip istirahate çekiliyorum. Akşam 22.30 gibi çıkıp Meydan’ı İmama geçiyorum. Meydan serin harika ışıklandırma havuzun etrafında insanlar oturmuşlar, fayton turları, meddahiler (Farsça beyitler okuyan halk şairleri) kuklacılar, fal bakıcıları çok canlı. Biraz resim çektikten sonra ileride galyan çeken gençlerin yanına selam verip oturuyorum. Semaverde çay da var. Nargile veriyorlar çekiyorum birkaç nefes değişik bir şark gecesi ortalama herkesin belirli bir kültür düzeyi olduğunu ilk defa burada fark ettim desem yeridir. Herhangi bir taksi şoförü size Sadi’den Hafızdan Firdevs’ten Fuzuli’den şiirler okuyabiliyor dünya kültürünü sanatın bütün inceliklerine dair insanların konuşabilecekleri bireyler var ve hiç beklemediğim oranda misafirperverlik ve tolerans var. Selam bütün kapıların anahtarı bunu bilir bunu bir kere daha anlıyorum ve eşyalarımı alıp İsfahan’a veda ediyorum. Terminalden Tahrana dönüyorum. İsfahan öyle bir şehir ki ruhu bütün dünyaya sirayet etmiş, birçok medeniyet kendisini bu şehirde ifade etmiş. Ben de ‘İsfahan nisf-i cihanmış’ hakikaten diyerek uykuya dalıyorum yorgun bir otobüsün sesleri arasında….
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Kale Gündem – Çehel Sütun Sarayı meydanı çıkınca ilk sola dönüldüğünde hemen karşınıza çıkan saray. Meydandaki Ali Gapu Sarayı’nın tam arkasında büyük bir asırlık bahçe içerisinde yer almaktadır. Çehel Sütun (kırk sütun) Sarayı’nın 20 tane ahşap sütunu bulunmakta olup önündeki havuza yansıyan 20 sütun görüntüsü ile birlikte toplam da 40 sütun ettiğinden Kırk Sütun Sarayı ismini almıştır.
Aynalı Mukarnaslarla bezenmiş bir görkemli kapıdan girilen bu yapının içinde Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı da büyük bir duvar üzerinde resmedilmiş olarak sergilenmekte ayrıca eski eser koleksiyonlarının sergilendiği bir müze durumunda İsfahan’ın ve İran’ın yoğun ziyaretçi alan müzelerinden birisi olma özelliğini taşıyor. Vakit ikindi vakti yorgunluk artık taşınmaz hale geldiğinden gidip büyük asırlık ağaçların altında uzanıp dinlenmek amacıyla bahçenin içlerine doğru yürüyorum az ileride ağaçların içinde önünde küçük havuz ve sedirlerin olduğu şirin bir geleneksel çayhane görüyorum doğruca gidip otantik İran milli kültürüne göre döşenmiş tamamen geleneği yansıtan başta halı kilim ve oturma grupları duvar resimleri ve kumaş kaplamalar insanı tarihin içine götürüyor adeta. Fazla kalabalık olmayan çayhanede gözüme kestirdiğim bir yere uzun oturup ayakkabılarımı çıkarıp bir çay ve yanına da bir galyan (nargile) söylüyorum değmeyin keyfime hiç kalkacağım yok buradan.
Kristal şekerler kullanılıyor çay için altın sarısı çubuklara tutturulmuş bardağa daldırıp tatlandırıyorsunuz. Çayın yanda kek tarzın da yiyecekler atıştırıp akşam için düşündüğüm ziyafetten dolayı atıştırmalıkla geçiştiriyorum öğle öğününü. Çünkü akşama planım İsfahan’ın ünlü restoranı Shahrzad’da yemeyi düşünüyorum nerden baksan 1-2 saat dinlendim kendime geldim toparlanıp İran’ın sembol eserlerinden biri olan Siosepol Köprüsüne yürüyorum mesafe çok değil yavaş yavaş.
Zayende Rud Irmağı üzerindeki 1602 yılında yapılmış olan 33 gözlü Si-o-se Pol (Farsçası: 33 sütunlu köprü) mimarı olan Allahverdi Han adıyla bilinen 300 metre uzunluğunda 14 metre eninde ki meşhur köprüdeyim. Köprü üzerinden yürüyüp karşıya geçiyorum sonra tekrar dönüp kemerlerle bölünmüş upuzun balkon gibi kısımlarda herkes resim çekiyor ya da çekiliyor genç kızlar çocuklar etrafımı çevirip ‘harici’ diyerek ‘ağa hali şoma çitory’ sohbet etmek istiyorlar ayak üstü İstanbul’dan geldiğimi öğrenince dizilerden bahsedip bir şeyler soruyorlar, sinema televizyon okuyan bir öğrenci entelektüel konulara girmek niyetinde lakin zamanımız yok gel birlikte gezelim cevabım karşısında şaşırıp teşekkür ederek tekrar arkadaşlarına dönüyor.
Köprünün alt kısmı merak ediyorum insanlar ayakkabılarını çıkartıp bent gibi yapılmış suyun debisinin düşürüldüğü bir düzlemde yalın ayak nehri karşıdan karşıya gecen insanlar veya hut merdivenlerde dinlenip ayaklarını suya sokarken uzun bir yanık sesle gazel kaside tarzında acının harman olup savulduğu bir İran ezgisine kulak veriyorum mübalağa etmiyorum nehrin öte yakasına kadar duyulduğundan eminim. Biraz aşağıya doğru yürüyüp Pule Hacu Köprüsü de bir başka görkemli tarihi anıt eser orayı da gezdikten sonra Gül-i Bağ gül bahçesini gezip günün sonunu Shahrzad’da yemekle sonlandırmak üzere taksi çevirip biraz pazarlıktan sonra biniyorum aslında hiç pazarlık yapacak halim yok Allahtan İran çok ucuz. Akşamın hafifçe saçlarını döktüğü anda kendimi meşhur restoranın karşısında buluyorum. Restoran adeta bir saray yavrusu bir sanat galerisi havasında duvarlar minyatürler ve İran el sanatlarının süsleme örnekleri ile dolu doğunun gizemini mistik tarafını ortaya koyan bir tarz oluşturulmuş, etrafa bakındığımda göz ucumla nedense hep zengin insanların uğrak mekanı olduğu izlenimine kapıldım.
Çorbaya bayıldım yarma ve havuç ile yapılmış küçük yeşil limonların da bulunduğu çorba enfes denilecek kadar var. Ardından Kebab-ı Khubide söylüyorum güzel oldukça doyurucu bir kebap eti de nefis yanında taze naneli ayran ve lavaş götür götürebildiğin kadar. Sonra mütevazi hesabımı ödeyip doğruca taksiciye Naksi Cihan Hoteli dedim…
Ertesi gün ilk işim Vank Kilisesine gitmek Ermenilerin yoğun olduğu Colfa semtinde kutsal hikâyelerin minyatürlerle anlatıldığı renklerin canlılığı adeta. Katedral muhteşem bir tablo gibi insanı çarpan etkileyen bir yer, mutlaka görülmeli bu kilise. Kilise bahçesinde küçük bir Ermeni müzesi de bulunmakta. Hızla dikkatimi çeken camekan içinde büyükçe bir Türkiye haritasının da varlığı sanıyorum Ermenilerin temcit pilavı gibi sürekli ısıttıkları şeyler babından konulmuş olmalı diye düşünüp çıkıyorum…
Not: Yazının son kısmı haftaya yayımlanacak.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Kale Gündem – Sabah 8.30 sularında hotelim Nakşı Cihan’dan aldığım harita ile yürüyerek İmam Meydanına giriyorum. Meydanı çevreleyen kapalı çarşıda dükkânlar yeni yeni açılıyor.
17 yaşlarında bir delikanlı temizlik yapıyor, selam veriyorum fotoğraf çektiğimi görünce gelip nereli olduğumu sordu. İstanbul Türkiye deyince, Müslüman olup olmadığımı merak ettiğini söyledi. Ben de yaygın biçimi ile Müslümanım elhamdülillah diye cevap verdim. İsmi Muhammed Ali olan bu genç gözlerime bakıp Şii mi Sünni mi olduğumu sordu. Sünni olduğumu söyledim sonra tekrar gözlerimin içine bakıp peki Şii olmak istemiyor musun dedi. Ben de zaten Şii’yim deyince şaşırdı. Nasıl yani dedi? Az önce Sünni olduğunu söyledin dedi. Bunun üzerine biran düşünüp ona Farsça bir cümle kurdum. “Her kim ki Aliyi kabul ederse onun taraftarı sayılır, her kim de Ali’yi reddederse o zaten Müslüman değildir” dedim. Genç ağabey seni bırakmam artık birlikte gezeceğiz seni gezdireceğim İsfahan’ı dedi. Dükkânda çay ikram etti kardeşinden müsaade isteyip dünyanın en büyük meydanı olan eni 160 metre boyu 500 metre olan 80 bin kilometrelik ünlü İmam Meydanını birlikte giriyoruz. Etrafı sütunlu yapılan ile kapalı çarşı şeklinde düzenlenmiş ortasında geniş bir havuzla süslenmiş meydanın eskiden adı Şah Meydanı iken devrimden sonra İmam Meydanı adını aldığını ve UNESCO Dünya Mirası Listesine girdiğini Muhammed Ali’den öğreniyorum.
İmam Humeyni Meydanı’nın sonundaki turkuaz kubbeli ve yapımına Selçuklular zamanında başlanmış olan Mescid-i İmam; mavi çinileri farklı mukarnaslı giriş kapısı ile görkemli bir mabet meydana adeta hükmediyor gibi lakin biz Muhammed Ali ile önce Kah-ı Ali Gapu yani Ali’nin kapısı demek olan bu saray 6 katlı yapısıyla meydana hakim bir yapıyı geziyoruz. Şah Hanedanı’nın havuzlu balkondan meydandaki etkinlikleri törenleri izledikleri 1597 yılına ait bir saray sarı mavi tonların hâkim olduğu çinili merdivenlerinden havuzlu balkona çıkıp oradan meydanın bitimsiz panoramasını izliyoruz. Muhammed Ali bir şeyler soruyor sürekli bir taraftan da bu sarayın altından Mescid-i İmama uzanan bir tünelin olduğundan bahsediyor. Biraz fotoğraf çektikten sonra hayatım boyunca daha iyisini göremeyeceğimi düşündüğüm bana göre dünyanın en güzel ahşap parçalı kubbe tezyinatı. Başka hiçbir yerde göremeyeceğinize bahse girerim.
Daha ilk durağım olan İmam Humeyni Meydanı’nda anladım ki Tahran ve Meşhed’den sonra en büyük şehir olan İsfahan’ı iki güne sığdırmak çok zor olacak fakat programımı ona göre yapmıştım. Dönüşte iki gün Tahranı gezip döneceğim. İmam Mescidine girmeden kapalı çarşıları görmek istiyorum bu arada. Muhammed Ali gelen bir telefonla annesine gitmek üzere vedalaşıp ayrılıyor bende çarşıya giriyorum tarihten bir sahne gibi adeta İsfahan çarşıları, sanatı, mimarisi, edebiyatı gibi birçok şeyin zirve olduğunu buradan gözlemleyebilirsiniz. Minyatürler, sedef kakmalar, tezhipler, hatlar, aynalı tablolar, metal işleri mozaik ürünleri, eşsiz seramikler, vazolar, çiniler adeta rüyada gibi kendinizi kaybedip büyüleniyorsunuz doğunun gizemi diye söylenen tarifin bu olduğuna kanaat getiriyorum. Haftanın sadece Pazar günü bayanlara özel açılıyormuş ve onlar istedikleri kadar kalıp istedikleri gibi alışveriş yapabiliyormuş.
Parlayan turkuaz mavisi çinileriyle bir şaheser olan bu mescit İsfahan’nın sembol eserlerinin başında geliyor Selçuklular tarafından inşasına başlanan Mescid-i İmam Şah Abbas tarafından yaptırılan 18 yıllık bir çalışma sonrasında 1629’da tamamlanmış.
Mescidin içine girdiğinizde adeta turkuazın maviliğine teslim oluyorsunuz düş gibi bir sesin akustik olarak 49 farklı tonda yankılandığının tespit edildiği belirtiliyor. Üstelik insanlar bunun sadece 12 tanesini algılayabiliyormuş. Yanımızdaki gruba bu bilgileri anlatan rehber gerçekten inanılmaz fantastik bir atmosfer olduğunu da ekliyor. Gruptan bir delikanlının büyük kubbenin altına gelecek bir noktadan “Allahu Ekber“ diye seslenmesi sanki gökyüzüne ulaşıyor gibiydi. Mescidin mavi çinilerinin geceleri, ışığı yansıtması ile başka bir güzellik onu de fırsat olursa gece gelip göreceğim diyerek adeta efsunlandığım mescitten çıkıp Şeyh Firuze taşlarla bezenmiş bir başka düşsel anıt olan Şeyh Lütfullah Mescidine doğru yürüyorum.
İmam Meydanı’nın doğu köşesinde bulunan Şeyh Lütfullah Mescidi Şah Abbas tarafından kayın pederi olan Lübnan asıllı Şeyh Lütfullah adındaki İslam aliminin adına yaptırılmıştır. İlk zamanlar medrese ve sohbet mekanı olarak düşünülen mescidin minaresi bulunmamaktadır. Mescid-i İmama göre daha sade ve mütevazi lakin oldukça estetik bir mescit olarak inşa edilmiştir.
Günün ortasını çoktan geçmişiz ,meydanı terk edip yakındaki Chel Sutuna Sarayına doğru yürümekte zorlanacak kadar yorulmuş olduğum gerçeğiyle de çabucak yüzleşmekten hoşlanmıyorum lakin iki güne sığdırmak durumunda olduğum koca İsfahan var önümde.
Not: Yazının üçüncü kısmı haftaya yayımlanacak.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Kale Gündem – Zihnimin duvarları arasına sıkıştırdığım kökeni 1980’li yıllara dayanan bir düş gibi merakımın beynimi adeta kemirdiği, bazen korku bazen endişe ile erteleyip durduğum bir seyahat idi İran gezisi.
Atatürk Havalimanı’nda İran Air kontuarında kuyrukta valizlerini teslim etmek üzere bekleyen karışık bir gurup gencin arkasında sıramı beklemeye koyulmuşken istemeden kulak misafiri olduğum bazıları bermuda giymiş gençler orada bu kıyafetin sorun olup olmayacağını kendi aralarında tartışırken içlerinden biri dönüp bana ‘Sizce sorun olur mu?’ diye sordu. Ben de bir fikrim yok ben de ilk kez seyahat ediyorum İran’a sorun olacağını düşünmüyorum diye cevapladım. Bu sırada kendimi tanıtıp, tanışalım isterseniz deyince sonradan hepsinin farklı sektörlerde ve mesleklerinde oldukça başarılı arkadaşlar olduklarını öğrendim. Uçakta ayak üstü sohbet, muhabbet derken benim kabin görevlisi ile Fars dilinde yapmış olduğum sohbet elinde epeyce kalın bir İran kitabını karıştırıp duran bayanın dikkatini çekmiş olmalı ki gelip Fars dilini nereden öğrendiğimi sordu. Kısaca özetledim Farsça ile olan ilişkimi sonra tek başıma yolculuk ettiğimden hangi yöne gittiğimi sorunca ben Kum Kaşan İsfahan yönüne gideceğimi belirtince onlarda aynı yoldan Pakistan Hindistan’a doğru gideceklerini gezecekleri ülkenin dilini az çok konuşan birinin yanlarında olmasının avantaj olacağı düşüncesiyle istersem guruba katılabileceğimi söylediler. Genelde yalnız seyahat etmeyi tercih ettiğimi lakin düşüneyim biraz deyip Tahran İmam Humeyni Havaalanına kadar gözlerimi kapatmış olduğumu 3,5 saat sonra uyandığımda anladım.
Sırt çantamı alıp yürüdüğümde grubu valiz beklerken buldum teklif için teşekkür edip kendileriyle vedalaşarak biraz döviz bozdurup Toman alıp bir taksiyle yaklaşık 40 kilometre uzakta olan Forudgah-e Emam’dan Kum Kaşan İsfehan yönü yerine Tahran’a geçmeye karar verdim. Saat 14.00 gibi küçük şirin bir hotel olan Meydan-ı Firdevsiye yakın bir çıkmaz sokaktaki Ferdis Hotel’e yerleşiyorum. Niyetim gece otobüs ile terminali cenuptan İsfahan’a geçmek…
Günlerden çarşamba hafta sonu dönmek üzere yer ayırtıp gece saat on gibi güney terminalinden İsfahan’a doğru hareket ediyorum. Sabahın erken saatlerinde merkeze yakın bir hotel bakınırken Nakş-ı Cihan Hoteli’nin caddeye bakan aynalı renkli süslemeleri dikkatimi çekiyor resepsiyonda. Biraz pazarlık ettikten sonra yerleşiyorum. Meydanı İmam’a yakın İsfahan Belediyesi karşısında rahatlıkla gezip geri dönebileceğim bir nokta. İran’ın en büyük üç şehrinden biri olan bu şehir kökeni 16. yüzyılda bir madeni para üzerine yazılmış olan Farsça “İsfahan Nisf-i Cihan, yani İsfahan dünyanın yarısıdır” sözüyle adeta özdeşleşmiştir. Hakikaten İsfahan dünyalar kadar güzel bir şehir bunu birçok medeniyete baş şehirlik etmiş olmasından ve şehrin mimari yapısının mükemmel olmasından müşahede etmekteyiz.
Medler döneminde Aspandana adıyla Medler’in en önemli şehri olan İsfahan 642’de Müslümanlar tarafından fethediliyor. Bizim medeniyetimiz olan Selçuklu Devleti 11. Yüzyılda da İsfahan’ı kendisine başkent yaptı Selçuklular, Sultan Melikşah döneminde bu güzel şehri her bakımdan gelişirmiş lakin ardından Moğollar ve Timur’un orduları tarafından talan edilen bu şehir, Safevi hükümdarı I. Şah Abbas zamanında 17. yüzyılın ortalarında ancak görkemli günlerine dönebilmiş. Kısa bir tarih hatırlatmasından sonra kahvaltıya inmek üzere odadan çıkıyorum aşağıya indiğimde bir sürpriz; 4 motorcu vatandaşımız kahvaltıda onlara selam verip eşlik ediyorum biraz havuç reçeli bir yumurta biraz peynir zeytin ve birkaç çeşit İsfahan tandır ekmeği ile açık çay kısa süren sohbetimizde İstanbul’dan gelen motorcu gezginleri Pakistan’a gitmek üzere yolcu ediyorum.
Not: Yazının ikinci kısmı haftaya yayımlanacak.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.