36,2388$% 0.35
38,0197€% 0.32
45,6053£% 0.35
3.360,93%-1,10
5.564,00%-0,71
3544370฿%1.39672
Kale Gündem – Katliamı en derin şekilde yaşayan bir diğer önemli kitle de zencilerdir. Özellikle Amerika’da bu dehşet verici sömürme politikası sonucunda yerli Kızılderililerin azalması ve hatta bazı hallerde yok edilmeleriyle birlikte sömürecek insan bulunamaz hale geldi. Böylece Amerika’ya siyahî köleler getirilmeye başlandı. Zamanla “zenci köle ticareti” korkunç boyutlara ulaştı. Sadece 1486-1641 yılları arasında, yılda ortalama dokuz bin hesabıyla, sadece Angola’dan 1.389.000 köle getirilmişti. 1580’le 1680 arasındaki yüz yıl içinde, siyahî taşıyan Liverpool Limanı’nın gemileri, Yeni Dünyaya üç yüz binden fazla köle getirdiler. Üç buçuk yüzyılda Afrika’dan milyonlarca siyahî taşındı. Bu miktara yola çıkmadan önce ölenler de eklenince, akıl almaz toplamlara varılmaktadır.
Köle ticaretinin ne kadar insan hayatına mal olduğu kesin rakamlarla tespit edilemiyor. Muhafazakâr tahminler Amerika’ya sağ salim varan köle sayısını 10 milyon civarında olduğundan yola çıkıyorlar. Atlantik üzerindeki sevkiyat sırasında ölüm oranı %20 dolayındaydı. Afrika’nın içinde, kıyı şeridine varmadan önce öldürülen insanların sayısı ise bilinemiyor. En fazla kazanç sağlayan, 15 ile 25 yaş arası erkek ve kadınlarla yürütülen ticaretti. Bu insanları ele geçirmek için çoğu kez köylerin diğer sakinleri soğukkanlı bir şekilde öldürülüyordu. On binlerce insan, iç kesimlerden sahil şeridine doğru zoraki yürüyüş konvoylarında can vermekteydi. Tarla ve sürülerinin sürekli tehdit altında kalması veya yok edilmesi sebebiyle açlıktan ölenlerin sayısı da cabası. Böylelikle 100 milyon kadar insan köle ticaretinin kurbanı olmuş olabilir.
Bu son derece iyimser bir rakamdır. Çünkü asırlarca devam eden bir yok etme çabası gözlenmektedir. Fanon’un da dediği gibi bir buçuk milyar insana karşı girişilen bir soykırım söz konusudur. Köle ticaretine maruz kalanlar çok büyük bunalımlara ve acılara gark olmuşlardır. Öyle ki; ölüm bir kurtuluş yolu olarak seçilmeye başlanmıştı. Köleler içine düştükleri umutsuzluklar ile ya kendilerini sakatlıyor, ya intihar ediyor ya da efendilerini öldürmeye kalkışıyorlardı. 1734’te, Danimarka’ya ait Saint-Jean Adası’nda Fransızların kuşatması altında kalan kaçak köle grubunun tümü intihar etmişti. Yine 19. yüzyılda, Saint-Vincent’da İngilizlerin saldırısına uğrayan kaçak köleler de topluca intihar etmişti. 1814’de bir tek evde otuz kişi birden kendini asmıştı. Bir başka olayda ise dört yüz kölesi olan bir mal sahibi, ertesi gün bunların üç yüz seksenini kendini asmış olarak bulmuştur.
Sömürgecilik faaliyetinde, siyahîlerin hayatta kalmasına, ancak onlara ihtiyaç duyulduğu müddetçe müsaade edilmiştir. Aksi takdirde öldürülmüşlerdir. Mesela, yerli insanların işbirliğine ve emeğine ihtiyaç duyulmadığı avcılık gibi yerlerde öldürülmüşlerdir. Bu uygulamalarda, biyolojik ya da kültürel hor görme aracılığıyla da haklı olduklarını ilan etmişlerdir. Bu süreçte siyahîler egzotik bir faunanın parçası olarak ele alınmışlardır. Öyle ki onlar, eğlence sağlayan fakat hiçbir tehdit oluşturmayan bir oyun parkının tabiî malzemeleridir.
Siyahîlerin topraklarından koparılması, Orta Çağda Avrupa’yı kasıp kavuran kara veba salgınından da beterdi. Hiç değilse, kara veba salgını geçip gidiyordu, ama köle ticareti durmaksızın devam ediyordu.
Köle ticareti yapanların özellikle en sağlam, en güçlü, en genç ve en sağlıklı kişileri seçtikleri düşünülecek olursak, Afrika’nın en üretici ve en gerekli güçlerden mahrum bırakıldığı sonucuna varılır. Böyle bir kanamaya kıtanın nasıl dayanabildiği doğrusu merak konusudur. Çünkü sömürgeci, sömürgelerini terk ettikten sonra bile, atmış olduğu temel ve kendisine bağlamış olduğu düzen devam etmiştir. Bozuk temel bu insanlarının sefaletlerinin devamına, kurmuş oldukları düzen de sömürünün sürdürülmesine hizmet etmiştir.
Birçok bölgesi, ikinci dünya savaşı sıralarında büyük ölçüde bağımsızlığa ulaşmış olan Afrika ve Asya’nın çeşitli yerlerinde Batılı güçlerin sömürgeci mevcudiyeti sürmekteydi. Sömürge, millî egemenliğini kazanmış ve bu yüzden artık dağılmış olan tarihsel bir grup değil, yeni bağımsız devletlerin sakinlerinin yanı sıra hâlâ Avrupalıların idaresi altında olan komşu ülkelerdeki tâbi halkları da içeren bir kategoriydi. Irkçılık, çirkin sömürge savaşlarında ve katı, despotik yönetimlerin elinde ölümcül sonuçlar doğuran önemli bir güç olarak kalmıştı. Bu yüzden, Batı’ya bağımlı olarak, Batı’nın halkları olarak yaşadıkları tecrübe, son beyaz polis çekip gittiği ve son Avrupa bayrağı indiği zaman sona ermemişti.
Sömürgeleştirilmiş olmak, özellikle de millî bağımsızlık kazanıldıktan sonra, kalıcı, hatta grotesk denecek ölçüde adaletsiz sonuçları olan bir kaderdi.
Bir yanda yoksulluk, bağımlılık, az gelişmişlik, iktidarın çeşitli patolojileri ve yozlaşma; diğer yanda ise savaş, okuryazarlık ve ekonomik kalkınma alanlarında sağlanan kayda değer başarılar. Bir düzeyde kendilerini kurtarmış ama başka bir düzeyde geçmişlerinin kurbanı olarak kalan sömürgeleşmiş halklara işte bu özellikler karışımı damgasını vuruyordu.
Not: Özkan Karaca; Kanlı Şarap, Küflü Ekmek: Sömürgecilik, MSN Yayınları, İstanbul, 2016.ss.194 eserinden alınmıştır…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Kale Gündem – Çok eski doğa dinlerinde Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani, yılın belli aylarında dini törenlerle kurban sunma, bayram yapma, geleneği vardır. Ancak insanlık tarihinde en fazla şöhret bulan kurban olayı Hz İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’i kesmeye teşebbüs olayıdır. Çocukların kurban edilişi eski Sami dünyasından gelen bir şükran geleneğidir.
Tarım topluluklarında, bereket tanrılarını bedenleştirdiğine inanılan kutsal krallar güçten düştüklerinde, toprağın verimini olumsuz yönde etkilememeleri için kurban edilirlerdi. Bazen de, kralların yerine bir süre için başkaları kutsanır ve kurban edilirdi.
Örneğin, Batı Afrika’da, Togo ile Nijerya arasında, Ben’in güneyinde yaşayan Fonlar, krallarının ölümü dolayısıyla çok gösterişli insan kurban etme törenleri düzenlerlerdi. Yine Batı Afrika’da, Gana’nın güneyinde, Togo ile Fildişi Kıyısına komşu bölgelerde yaşayan halka, Asantiler denirdi. Asantiler de, Taze Yam Şenliği’nde, genellikle suçluları ve bazen de köleleri kurban ederlerdi.
İnsanlık tarihine bakıldığında insanoğlunun çözemediği, karşısında çaresiz kaldığı güçleri tanrılaştırdığı görülür. Kurban keserek tanrıların yanında yer almak, tanrılar adına tapınaklar inşa etmek mitolojik kültürlerde yer alır.
Eski Türklerde tören ve ayinlerin nasıl yapıldığı tam olarak bilinmemektedir. Bu konudaki bilgiler, sadece destan ve destan kalıntılarının yorumlanmasından toplanabilmektedir. Bunlara göre Şamanist Türklerin ayin ve törenlerini iki kısma ayırmak mümkündür; belirli vakitlerde yapılması gereken ayin ve törenler ile tesadüfi olaylar sebebiyle yapılan ayin ve törenler.
Bütün dinlerde ve cemiyetlerde önemli bir yere sahip olan kurbanın, Türk topluluklarında da mühim bir yeri bulunduğu muhakkaktır. Türk içtimai hayatının hiçbir safhası yoktur ki kurbanla icra edilmeden başlanmamıştır. Kurban, Türklerin ibadet hayatının en ince noktasına kadar nüfuz etmiştir.
Türklerde kurban ibadeti incelendiğinde; bazı törenler vardır ki özellikle ilkbahar ve güz törenleri, coşkulu bir şekilde bir bayram havasında yapılırdı. Ölenin ölüm yıl dönümünde, yatır ve mezar ziyaretlerinde kanlı ve kansız kurbanlar sunulurdu ki bu kurbanların da belirli bir zamanı yoktur.
Diğer dinlerde olduğu gibi Türklerde de kurban kanlı ve kansız olmak üzere ikiye ayrılırdı. Kanlı kurban olarak koyun, keçi ve at kurban edilirdi. Kaynaklar eski Türklerin en büyük kurbanının at olduğunu ortaya koyarken, Eski Türklerde en makbul kurban hayvanının yak denilen Tibet öküzü olduğunu, bunun kuyruğunun atkuyruğuna benzediğini ancak bu öküzün ele geçirilmesinin zor olması sebebiyle bunun yerine başka öküz veya at kurban edildiğini bilinmektedir.
Bunların yanında Türkler için ilginç olan bir bilgi de domuz kurbanıdır. Türklerin kültüründe domuzun da kurbanlık hayvanlar arasında yer almıştır. Kış ayı başında da Sarı Han için domuz yavrusu kurban edilmiştir.
Kurban edilecek hayvanlar, Yunan ve Roma dinlerinde olduğu gibi belirli özellikleri taşımak zorundadır. Mesela Altay Türkleri, “Tanrı Ülgen” için beyaz at kurban ederlerdi. Yine kurban edilen hayvanların erkekleri makbul sayılırdı. Koyun, keçi gibi hayvanlardan beyaz tüylü ve siyah başlı olanlar kurban edilirdi.
Türklerde önemli unsurlardan biri de dağdır. Kurbanları tanrıya dağlarda ve mağaralarda sunarlardı. Türklerdeki dağ kültü ile Yunan düşüncesindeki dağ kültü arasında bazı ortak noktalar bulunmaktadır. Yunan mitolojisine göre Olimpus dağı tanrıların oturduğu dağdır ve kutsaldır. Türklerde de gök tanrı düşüncesi, dağların yüce, görkemli görünüşü ile özdeşleştirilip, göğe yükselmelerinden dolayı tanrıların mekânları gibi düşünülmesine sebebiyet vermiş olabilir.
Türkler ilkbahar ve sonbaharda kutsal saydıkları dağa kurbanlarını götürürlerdi. Bu kurbanlar kam ve Şamanların eşliğinde belirli usullere göre öldürülürler, birçok dualar eşliğinde ve oldukça törensel bir tarzda ibadetler yapılırdı. Aslında kurbanlığın tamamının tanrıya yakılarak sunulması gerekirken sadece ön kısmı ayrı bir tencerede pişirilirdi. Arka kısmı da başka tencerede kurbanlık harici kesilen hayvanlarla beraber pişirilir ve oradakilere ikram edilirdi. Pişen ön kısım, yenilen ve artan etler, kemiklerle beraber ateşte yakılırdı. Bu esnada dumanın çıkışına göre de “Kam”, bazı kehanetlerde bulunurdu.
“Saçı”da denilen kansız kurbanların Türklerin hayatında önemli bir yeri vardır. Belirli günlere mahsus büyük törenlerle beraber uygulanan kansız kurbanlar yanında çeşitli ziyaret ve türbelere bağlanan iplerden fakir ve düşkünlere verilen sadakalara varıncaya kadar hepsi kansız kurbanlar arasında bulunuyor. Bazı Şamanistlere göre yıldırım tanrısı vardır. Urenhalar yıldırım tanrısına süt, ayran gibi kansız kurban sunarlardı. Urenha, Kazak, Kırgız kadınları ilkbaharda ilk şimşek çaktığı, gök gürlediği gün çadır etrafında süt, ayran, kımız kaplarını dolaştırıp saçı töreni yaparlardı.
Saçı her kavmin kendi emeği ile kazandığı en kıymetli ve mübarek saydığı nimetlerden olurdu. Göçebe kavimlerde süt, kımız, yağ olarak; çiftçi kavimlerde buğday, darı, şarap; tüccar kavimlerde para vs. saçı olarak kullanılırdı. Bu kansız kurbanlar yanında Türk kültüründe önemli bir yere sahip olan “Idhuk”lar vardır. Idhuk; kutlu ve mübarek olan, sahibinin yaptığı bir adaktan dolayı salını verilen, bırakılan hayvanlara verilen addır.
Türklerde kurban kesme sebepleri oldukça fazladır. Özellikle Türkler İslam’dan önce birçok ruhlara taparlardı. Bu ruhları memnun etmek ve onların kötülüklerinden korunmak amacıyla kurban sunarlardı. Bu kötü ruhlardan biri de “Erlik”tir. Altaylılara göre güçlü kuvvetli anlamına gelen Erliğe, Uygur-Buda metinlerinde, yer altındaki karanlık dünyanın hâkimi ve ölüm ruhu olarak “Erklig Yama” denirdi. Buradan geçmiş olan Erlik, Uygurlarda kötü ruhların başkanı olarak adlandırılmıştır. Uygurlara göre Erlik, insanlara her türlü kötülüğü yapar, insanlara ve hayvanlara çeşitli hastalıklar bulaştırmak suretiyle onlardan kurban isterdi.
Eğer kurban verilmezse musallat olduğu obaya veya aileye ölümle, felaketle ruhlarını gönderirdi. Öldürdüğü insanların canlarını yer altındaki karanlık dünyasına çekerek kendisine hizmetçi yapardı. Türkler “Erliğe” istemeden de olsa kurban sunarlardı. Türkler daha bunun gibi dağ ruhlarına ölülerin arkasından ve doğumlarda ata ruhlarına kurban verirlerdi.
Genel hatlarıyla baktığımızda Türk boylarında verilen bu kurbanların, öteki dünyada ölenin ya da tanrının hizmetinde olacağı düşüncesi bulunmaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki kurbanlıklar, kemikleri kırılmadan kazancı denilen uzman kişiler tarafından pişirilirlerdi. Kemiklerin kırılmamasına özen gösterilmesine bir sebep de Türklerin inancına göre bu hayvanların tekrar dünyaya geleceğidir. Eğer o hayvanlara eziyet edilirse tekrar dünyaya geldiğinde bunları kendi cinslerine söyleyip insanları av sız bırakabilirlerdi.
Ölen Türkün atı kurban edilerek onunla birlikte gömülmekteydi. Bunun sebebi ise ölen yiğidin öbür dünyada yaya kalmamasıydı. Eski Türklerde ölüm halinde yas törenleri yapılır, kırlarda ise ölünün bulunduğu çadırın etrafında süratli atlarla dolaşılır, saçlar kesilir, saç-baş dağıtılır, yüz ve kulak bıçakla çizilerek kan akıtılır, ölenin atları kuyrukları kesilerek kurban edilir, ayrıca yemek verilirdi. Bu törenlere “yoğ”denilirdi.
Eski Hindistan’da tanrılara sunulan kurbanlar, ölenlerin ruhlarını kurtuluşa eriştirir. Kurban kesilmediği takdirde, ölenlerin korkunç devlerin arasında ıstırap içinde kalacaklarına inanılır. Hindular ve Brahmanların ise başlangıçta, ölen kişiler için kurban kestikleri ve ölülerin ancak bu yolla huzura erişeceklerini düşündükleri ortaya konulmuştur.
Hinduizm’de inekler; yer, gök ve havanın annesi olarak kabul edilirler. Hindistan’daki dini eğilime göre, insan üç ayrı yoldan kurtuluşa ulaşabilir ki bunlardan biri de kurbanlardır. Kurban, Hinduizm’de çok yer tutar. Kutsal olarak kabul ettikleri kitap “Vedalar”ın emrettiği dini yaşam kurbanlar çevresinde yoğunlaşmış olup, tanrılar bile kudretlerini ancak kurbanlar sayesinde gösterirler. Evreni kurbanların yarattığına inanılır.
Brahmanlar sadece kurban törenlerini gerçekleştirmekle kalmazlar, aynı zamanda sihir ve büyü yaparak insanları ve tanrıları kontrolleri altına aldıklarına inanırlar. Brahmanlar, Hindistan’da hayvan kurban edebilecek tek insanlardır. Bir dönem insanları da kurban etmişlerse de bu daha sonra kaldırılmıştır.
Hintliler; tanrılara kurban sunmakla hem maddi hastalıklardan kurtulacaklarına hem de dünyayı düzelteceklerine inanırlar. Birçok inek, koyun, keçi ve at kurban olarak kesilmiş ve bu hayvanların etleri törene katılanlarca yenmiştir. Öküz ve kısır inek eti yiyene “ateş” denir. Et bir törenle sunulur. Atalara götürülmesi için bir keçi de ateşe sunulur. Evlenme törenleri sırasında yenmek amacıyla kısır bir inek kesilir. Kurban olarak sunulan atların, koçların, kısır ineklerin ve bizonların etleri pişirilir. Yazılı belgelerde bir de mezbahadan söz edilmektedir. Ancak, daha sonraki dönemlerde tanrılara hayvan kurban etme ve konuklara ikramda bulunma dışında hayvan öldürmek tümüyle yasaklanır.
Etin tüketilmesi konusunda şölen ile hayvan kurban etme aynı yönde değerlendirilmiştir. Bu arada yaşanan yoğun bir kuraklıktan sonra, hayvan kurbanı yasaklanır. Bunu izleyen evrede ise, tartışılan çeşitli sosyo-ekonomik nedenlerle sığır eti Hindistan’da yasaklanmış ete dönüşür. Vedizm’de kurban tanrıların besinidir. Batılılarca anlaşılması güç olmakla beraber, kurbanlar tanrıları yaratırlar. Tanrıları yarattıktan sonra onları besleyen kurbanların aracılığı ile insanın uzun ömürlü olması, zengin olması ve erkek çocuk sahibi olması, öldükten sonra da yaşamak gibi arzularını tatmine olanak verir. Bu devrede insan için kurtuluş, kurban yoluyla elde edilir.
Eski Mısır’da, özellikle Nil nehrine insan kurban edilmesi çok yaygındır. Bunun yanı sıra hayvanlar da kurban edilir. Kurban edilen hayvanlar arasında ilkel kabile dinlerinde olduğu gibi totemler bulunur. Bu bağlamda tanrı Osiris adına düzenlenen kurban törenlerinde, kutsal bir boğa kurban edilip on dört parçaya bölünür ve töreni izleyen insanlarca eti tüketilir. Kutsal bir boğa ya da öküz şeklinde betimlenen Osiris’in dirilişini sembolize etmek için yenilen boğanın yerine başka bir kutsal boğa konulur.
Ayrıca Eski Mısır’da kurbanın, tanrıları doyurmaya yaradığı düşünülmüş ve öyle anlaşılmıştır. En büyük tanrı Sis için de önce dua edilir; sonra onun adına bir inek kurban edilir. Önceden muayene edilip kurban olarak işaretlenmiş hayvanlar, kesilmek üzere tapınağa getirilince odun yığını ateşlenir. Sonra bu ateşe şarap dökülür ve tanrının adı çağrılarak kurban edilecek hayvan kesilir. Kurban tapınakta yakılırken orada bulunanlar feryat ederek üzüntülerini dile getirirler. Bir süre sonra da bu insanlar, kurban edilen hayvandan arta kalan etleri tüketirler. Eski Mısır’da kurban edilen kuzu ve oğlağın kanı, çevreye sürülür. Sürülen bu kan, tanrının hakkı sayılır. Ayrıca yılda iki kez tanrılara domuz kurban edilir ve ancak bu günlerde domuz eti yenir. Bunun dışında kalan diğer günlerde ise domuz eti yenmez.
Yunanlılar Hind-i Avrupai bir millet olup, “Asi” soyudan gelirler. Bu sebeple Yunan dininde hem Hint dinlerinin hem de eski Avrupa dinlerinin etkisi görülür. Eski Yunanlılar inandıkları tanrıları, insanlığın en üst mertebesine ulaşmış insan sureti olarak görürlerdi.
Yunanlıların efsanelerine kadar işlemiş olan kurban uygulamaları, Yunanlıların dini içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu uygulamalar sıradan sungular şeklinde olmayıp, en ince detayına kadar belirlenmiş oldukça kesin olan ayinlerdir. Bunu sunulacak kurbanın takdim şekli ve merasim şartlarının sunaklara yazılı olmasından da anlamak mümkündür.
Eski Yunanda tanrılar erkek ve dişi olarak ayrılır ve erkek tanrılar için erkek, dişi tanrılar için de dişi kurbanlar takdim edilirdi. Kurban edilecek hayvanlar evcil hayvanlardan, yabani hayvanlara, kuşlardan balıklara kadar çeşitliydi. Fakat bazı tanrılar için özel kurbanlar sunulurdu. Bunlar “Gök Tanrıları” için beyaz, “Yer altı ve Deniz Tanrıları” için siyah, “Ateş Tanrıları” için de kızıl renkli hayvanlar seçilirdi. Bunun dışında yine Yunanlılarda ilahi kudrete sahip bir boğanın kurban edilmesi geleneği vardı. Bu kurbanın kudretinin insana geçeceğine inanılırdı. Domuz eski Yunanlılarda yenilen bir hayvan olduğundan kurban da edilirdi.
Kurbanlıklar diğer kültürlerde olduğu gibi, sakat olmayan, en iyi ve kusursuz olan hayvanlardan seçilirdi. Kurban sunacak olan kişiye gelince o da bazı kurallara uygun olarak bu sunguyu gerçekleştirirdi. Kurban sunacak kişi yıkanarak arınır, başına çelenk geçirilirdi. Kurban edilecek hayvanın alın kılları kesilir, sunakta yakılır ve üzerine şarap ile arpa saçılırdı. Rahipler kurban törenlerine başkanlık eder, kutsanan hayvanı keser veya yakarlardı.
Kurban ayini eski Yunanda, iki gurupta incelenebilir. Bunlardan birisi, etlerin tamamının tanrılara sunulduğu ayin şekli, diğeri ise etlerden bir kısmının tanrılara sunulduğu diğer kısmının törene katılanlar tarafından yenildiği ayinlerdir.
Eski Yunanlılarda insan kurbanları izlerine de rastlanmaktadır. Agamemnon, kızı İphygenie’yi tanrı Diana’ya kurban etmişti.
Eski Yunanlılarda yakarma, şükran ve arınma kurbanları yaygındır. Bunun yanında ilahları hoşnut etmek, onların şefkat ve merhametini kazanmak için açlık, kıtlık, üzüntü verici olaylar ve veba salgını olduğu zamanlar aristokrat ailelerin fertleri arasından seçilen kurbanlar sunulurdu.
Not: Özkan Karaca; Dinlerde, Mitolojilerde, Savaşlarda: Kurban, MSN Yayınları, İstanbul, 2017.ss.167 eserinden alınmıştır…
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Kale Gündem – İstanbul’un mavi zarafetinde coşku olan, asırların berraklık aynasında okunan, gözlere ve gönüllere sürur bulunan: Boğaziçi zamanların akıntısında çağlarla sarılan, ruhların ufuk aşıntısında aralanan, anlık anların harabelerinden süzülen… Destansı sevdaların düşleri yazılan, hicranlı ayrılıkların dişleri kazılan; Üsküdar’ın dudağına yapışmış konağı, acı aşkların yanağı: Kız Kulesi İstanbul doğu ve batıyı birleştirir, medeniyetleri bağrında buluşturur, kültür dinamizminin enerjisi kaynar. Her yanında, her anında tarihin mirası okunur, taşları fısıldar, geçmişin aynasına ışıldak: Ben zamanların akıntısında, asırların yorgunluğunda estetiğin rikkatine sokulmuş, iki büyük imparatorluğa başkentlik yapmış; asırların sislerinde, güzelliklerin kıvılcımını oluşturan, zamanın izinde araç, asırların dizlerinde amaç olunan: Güzel kent İstanbul’um…
Fetih hatırasının mühründe asırların dillerinde öğütülen Rumeli Hisarı ve ondan önce Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırılmış Anadolu Hisarı. Ecdat yadigarı olarak öylece sessiz, vakarlı durmaktadır. Yorgun duvarlarının her bir taşı Boğazın maviliğine yansır.
Yüzyıllardır; geçit vermeyen, duvarlarının dibine dökülen kanla sulanan, heybetli duvarlarıyla inatla, azimle savunma gösteren surlar. Nice hülyaların bulanık tebessümü duvarlarına yapışmış, özlemlerin ufuk kırıntısı uzaklardan dokunmuş, Peygamber efendimizin müjdesine nail olabilmek için.
Müslüman devletlerin ordusunu kapısına yığan, İstanbul Fethi ideali. Fakat surlar aşılamıyordu, İstanbul kapıları açılamıyordu, nice yıllar. Şimdi ise muzaffer fethin ardından; sessizliğe gömülmüş, şanlı Osmanlı toplarının dövmesi ile duvarları yırtılmış. İstanbul’un fethinin nişanesi olarak İstanbul dizlerinde hatıra olan Bizans surları. Osmanlının yüzyıllarca payidar kalmasının istikamet durağı. Osmanlıya başkent olan istirahat konağı, asırların sislerinde, güzelliklerin kıvılcımını oluşturan: İstanbul…
Fetih varoluş örgüsünü istikbalin ufkuna ulaştıran, temelleri ile geleceğin vizyonunu buluşturan gönül seferi. Fatih ve ordusu gayelerin istirahatını, şehitlik payelerini kendilerinde içirmiş, hedefe kilitlendirecek plan ve programın doğrultusunda nesiller ötesine miras kalacak muzaffer Fatih ve ordusunun alınlarını ve bileklerini terlettiren temel taşları, geleceğin hülyasına akan başları. Kalp ve kafası ile çocukluğundan beri bu Fetih işi ile yoğrulan, Peygamber efendimizin kutlu ve mutlu hadisinin motivasyonu ile kaynayan Fatih. Ayrılmaz iki bütün, iki kanat: Fatih ve Fetih
Fatih ile idealler şekillenmişti. Fatihsiz fetih olamazdı. Ufukların ve uzaklıkların perdesini istiklal işareti ile buluşturan varoluş özelliği: Fatih ve fetih.
Fatih Sultan Mehmet’in kabrinin yanı başındaki asırlık fatihin türbesi ve camisine sesleniyoruz. Alanın boş toprak idi. Beyinler ve bilekler birleşerek temel olundu ve geleceğin ufkunu yırtan varlığa ecdat yadigarı kaldın.
Göz ve gönüller sana sürüldü, geleceğin menziline ulaştırılacak hediye paketi dürüldü ve senin kollarında eriyerek muhteşem mabedinin huşusuyla kavuşturuyoruz ruhumuzu. Zamanların akışında yayıldın ve geliştin.
Nice insanlar gelip seninle konuştu. Ellerin duasına kalkan ruhları gölgeledin. Tarihin çilesi ya da neşesi senin duvarlarınla seslendi, mazinin kuyusunda yankılandı. Tarih senin ızdırabında okunur, asırların yorgunluğu kapılarına dokunur…
Bin bir çile ve zahmetlerle yoğrulmuş
Hakkın rahmet pınarı ile sulanmış
Güzelliğin şafağında medeniyetlere zirve olmuş
Genişliğin menzilinde ademiyetle yıkanmış
Zihinler de dalgalanan, fikirlerde yankılanan
Altın kubbeli şehirler sultanı İstanbul.
Hak çağların istikameti ile aydınlıklarla ayna bulunan
Nesillerin istirahatında ilim – irfan deryasında yaşatan
İstanbul senle yaşarız, sende içimizde…
Şiir: Özkan Karaca
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Kale Gündem – Millî Mücadelenin şehit kahramanlarından olan Gördesli Makbule Hanım, 1902 yılında Manisa’nın Gördes ilçesinde dünyaya geldi.
Babası Ali Ustalar sülalesinden Abdullah Efendi’dir. Kalabalık olan ailenin tarım arazileri vardı. O dönemde yaşayan Gördesli her kadın gibi Makbule Efe da ata binmesini ve silah kullanmasını daha küçük yaşlarda öğrenmişti. 12 yaşında babası Abdullah Efendi’yi kaybetti. Ağabeylerinin himayesi altında büyüyen Makbule Hanım, Eylül 1920 tarihinde Ustrumcalı Halil Efe ile evlenmiş, iki ay sonra da kocasıyla birlikte akıncı olarak dağlara çıkmıştı.
Makbule Hanım, Yunan ordusunun 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal etmesi ve ardından da Batı Anadolu’yu işgal etmeye başlaması üzerine, 7 Kasım 1921 tarihinde, daha on dokuz yaşında ve daha bir yıllık evliyken eşi Halil Efe ile birlikte Kuvayı Milliye emrinde çete savaşlarına katıldı.
Ordu, Demirci’ye çekilmek zorunda kalınca, Halil Efe’nin önerisini kabul eden birlik komutanı Ethem Bey’in onayıyla kocasının yönettiği milis grubuna katılarak Yunan kuvvetleriyle çarpıştı. 1921 yılında kocası Usturumcalı Halil Efe ile iki kez birlikte pusuya düşürülmüş; fakat hiçbir zaman dayanma gücünü yitirmemiş, telaş göstermemişti.
Eşi Halil Efe ile Türk çetelerine katılan Gördesli Makbule Hanım, o yörede Yunan kuvvetleriyle yapılan tüm çatışmalara katıldı.
Yunanlılar Sakarya Savaşı’nı kaybederek Afyonkarahisar mevzilerine çekildiğinde, bir taraftan da Halil Efe’nin Gördes-Sındırgı-Akhisar bölgesinde faaliyet gösteren çetesinin saldırıları ile karşılaşıyorlardı. Bu dönemde büyük yararlılıklar göstererek Yunan kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi.
17 Mart 1922 tarihinde Akhisar-Sungurlu sınırı üzerinde bulunan Kocayayla’da Yunan askerlerinin pususuna düşerler. Çıkan karşılıklı ateş hattında müfrezesine destek ve güç vermek isteyen Gördesli Makbule öne atılınca alnına isabet eden bir kurşun nedeniyle şehit düşmüştür.
Şehit düştüğünde henüz 21 yaşındaydı. Makbulu hanımın eşi Halil Efe’de karısının intikamını almak Selendi ilçesi yakınlarında düşmanla çatışırken şehit olmuştur. Gördesli Makbule’nin hatırasını yaşatmak üzere ismi Türkiye genelinde birçok yapı ve okula verilmiştir.
ALLAH rahmet eylesin…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Kale Gündem – 1888 Erzurum doğumlu olan ve Kara Fatma namıyla anılan Fatma Seher, Milli Mücadelenin simgesel kadın savaşçılarından olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkede işgallerin başlaması üzerine önceleri yakın aile çevresi, akrabaları, köylüleri ile küçük savunma çeteleri kurdu; daha sonra çetesiyle düzenli orduya katıldı. İstiklal Savaşı’nda üç sene hizmet etti ve 300 kişilik bir müfrezeyi yönetti. Yaya ve atlı olarak silah ve cephane yükleri ile cepheden cepheye gitti.
Kara Fatma, hem milli mücadele öncesinde hem de milli mücadele döneminde pek çok muharebelere katılarak oluşturduğu müfrezeleri yönetmiştir. Nitekim rehavete kapılan İstiklâl Mücadelesine katılmayı reddeden insanları bir araya toplamış, onlara bu mücadelenin önemini anlatarak onlara bir kadın olarak örnek olmuştur.
Derviş lakaplı subay olan Ahmet Bey ile evlendi. Edirne’de görev yapan eşi ile Balkan Savaşı’nda yer aldı. 1. Dünya Savaşı’nda eşi Kafkas Cephesi’ne giderken Edirne’de kaldı. Kendi ailesinden on civarında kadını örgütleyerek Edirne’de çarpıştı.
Eşi Binbaşı Ahmet Bey’in Sarıkamış’ta şehit olduğu haberini aldıktan sonra eşinin memleketi Van’a gitti. Erzurum Kongresi sırasında kardeşi Mehmet Çavuş’la birlikte teşkilat için 100-150 kişi topladı.
Mustafa Kemal’i görmek için Sivas’a gitmiştir. Mustafa Kemal Paşa ile aralarında su konuşma geçmiştir;
– Paşam, vatanı kurtaracak sensin. Bütün millet seni bekliyor. İste ben de kadın halimle geldim. İş göster emret.
– Peki, ama ne iş görebilirsin? Silah kullanır mısın? Ata biner misin? Harpten, ateşten korkmaz mısın?
– Ata binerim, silah kullanırım, muharebe bana düğün gelir.
Kara lakabını, gözü karalığından ötürü bizzat Mustafa Kemal bu görüşme sırasında kendisine verdi. Milis Müfreze Komutanı olarak onbaşı rütbesiyle Batı cephesinde görevlendirildi ve aldığı talimat üzerine İstanbul’a giderek Topkapılı Pir Mehmet ve Laz Tahsin ile birlikte on beş kişilik bir çete kurdu. Birlikte İzmit’e giderek çeteyi genişlettiler.
Van’dan gelen kardeşi de 150 kişilik çetesiyle kendilerine katıldı. Zamanla emrinde 700 erkek, 43 kadından oluşan bir birlik doğdu. Müfrezesinde bulunan 43 kadından 28’ i şehit düşmüştür. Bu birlik ile Rum ve Ermeni çeteleri ve eşkıyalarla savaştı. İzmit’in düşmanlardan kurtarıldığı 28 Haziran 1921’e kadar İzmit’te kaldı.
İzmit cephesinden sonra İznik cephesinde görev aldı. 300 kişiyi aşkın birliği ile 1., 2. İnönü Muharebesi, Sakarya Meydan Muharebesi ile Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde çarpıştı. Teğmen rütbesini Sakarya Savaşı sonrasında aldı.
Hatıralarında aktardığına göre Ankara’da Rusya Sefaretinin düzenlediği 1 Mayıs 1922’deki Bahar Bayramı kutlamalarına davet edilmiş olan Kara Fatma, Semyon Aralov’un bulunduğu bu kutlamada düzenlenen silah atma yarışmasında birinci gelmişti. Bunun üzerine davetlilerden Mustafa Kemal Paşa kendisine hem gümüş bir sigara tabakası hediye etmiş hem de rütbesini teğmenliğe yükseltmiştir. Kara Fatma, yurt dışı basının da ilgisini çekmiş; teğmenliğe yükselmesi “Orduda Savaşan Türk Kadını Teğmenliğe Yükseldi” başlığıyla New York Times gazetesine haber olmuştur
Kara Fatma vatan mücadelesi esnasında Yunan askerine esir düşmüştür. İzmit’teki faaliyetleri sırasında Kara Fatma, köylü kıyafetiyle pazarda öteberi satma bahanesiyle bulunuyordu. Dikkat çekmeyeceğini düşünen bu kahraman Türk kadını, akşam dönüşünde aldığı cephane sandıklarıyla birlikte yakalanmıştır.
Yunan işgali altında bulunan İzmit’e gelerek Sultani Mektebi’nde Ali Efendi’den aldığı cephane sandıklarını iki defa götürmeyi başarmış ancak üçüncüde yakalanıp askeri koğuşlardan birine atılarak 19 gün süreyle işkencelere maruz kalmıştır. Kara Fatma belinde fişekleri, ayağındaki çizmeleriyle, elindeki kamçısıyla, yürüyüşü, duruşu, tavırlarıyla tam bir asker ruhuna sahipti.
Zaferden sonra terhis edilmiş, kendisine İstiklal Madalyası verilmiş ve Üsteğmenlik maaşı bağlanmıştır. Ancak bu maaşı kabul etmemiş ve Kızılay’a bağışlamıştır. Kendisi ile birlikte savaşa katılan ve bir çatışmada elini kaybeden ve aklî dengesi bozulan yeğeni küçük Fatma ile onun çocuklarını sahiplendi.
Rahatsızlanması üzerine 21 Haziran 1955’te Darülaceze’nin hastane bölümüne yatırılan Fatma Seher Erdem, 11 gün sonra kalp yetmezliği nedeniyle 2 Temmuz 1955’te Darülaceze’de 67 yaşında vefat etti. Kasımpaşa’daki Kulaksız Mezarlığına defnedildi.
ALLAH rahmet eylesin…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Kale Gündem Gazetesi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.